“Başkomutan” Meselesi

Simon Bolivar, Jakobenler, Sun Yat Sen, Jose Marti ya da Carlos Manuel de Cespedes... Önemli değil adlar, sayın onlarcasını daha. Tümünü, tarihteki işlevlerine bakarak selamlayabilirsiniz, tıpkı o toprakların komünistlerinin yaptığı gibi. Aralarına Mustafa Kemal’i katmadığınız sürece, fazla bir sorun yoktur. Tabii, Türkiye’de yaşıyorsanız geçerlidir bu sınırlama. Yoksa, örneğin sosyalist devrim deneyimini yaşamış bütün ülkelerde, üstelik daha ayrıcalıklı bir konumda selamlanmaktadır o da. Ama henüz o türden bir devrime mek parmak yaklaşmamış olan kendi ülkesinin “sol”cuları, bir reddiye temelinde üfürüp savurmakta serbesttir. Ne sırtlarında yumurta küfesi vardır nasılsa, ne devrim diye bir perspektifleri. Leyleğin ömrü laklakla geçer, onlarınki de, yalan yanlış teorik kırıntıları geviş getirmekle. Yok, bunu söylemek için erken, altını dolduralım önce...

Erginlik dönemimiz, herhangi bir teorik meseleyi tartışırken, “ustalar”ın kitaplarından, adları ve sayfa numaraları ezberden verilen alıntılar yığmakla geçmişti. Bir şeyi, bir itibarlı kişi söyledi diye şaşmaz doğru bellemekten, söylendiği zamanın ve mekânın koşullarının bizim içinde bulunduğumuz atmosfere uygun olup olmadığına bakmamaktan geçtik, çatışan iki tezin sahiplerinin de aynı kitapları okuyup farklı alıntılar çıkarabilmesini sağlayan geliştirilmiş özgün siyasetleri de, diyalektiği de harcardık. Söylediğiniz ne varsa, “iyi de, bunun kitapta yeri var mı” bağnazlığıyla hesaplaşmak zorundaydı. Siyaset üretmenin kılavuzları, kutsal metin düzeyine çekiliyordu.

Sonra bu çocukluk evresinden hızla çıkılıp, bu kez o metinlerin esamisinin okunmadığı yaşlılık evresine girildi. Bu kez, bir karşı uca savrulunmuştu ve bir muazzam birikimin haznesinden teorinin kuraklığına kanallar açılmaz olmuştu.

Bunları anımsamanın bir nedeni, şu girişte çizdiğim tablo. Türkiye’nin 1908’den bağımsızlık savaşına, Cumhuriyet’e uzanan sürecinin, sosyalistlerin tarihsel mirası arasında yerinin ne olduğunu anlatmak için, “ustalar”dan, devrim yapmış ülkelerin önderlerine kadar, kimin meseleye nasıl baktığına ilişkin ne çok not aktarmışız. Lenin’den Ho Chi Minh’e, Komünist Enternasyonal’den bunun bir parçası olan dönemin TKP’sine, o günlerde kendi ülkelerindeki devrimci yükselişi örgütleyenlerden, sosyalizmin inşasına girişmişlere kadar, buluşulan ortak noktayı sergilemişiz. Görmüşüz, göstermişiz, neden ve nasıl selamladıklarını.

Acaba, varsayalım Fidel Castro, Jose Marti’yi saygıyla anarken, sahiplenirken, Latin Amerika “Bolivarcı Devrim”den söz ederken, böyle şeyler yapmak zorunda kalmışlar mıdır? Ulusal bayraklarla parti amblemleri kaynaştırılırken, milliyetçilik tartışmaları yükselmiş midir?
Bunlar neden ille Türkiye’de olur? Ya da, Türkiye solu, başka ülkelerin tarihlerine bakarken sahiplendiği ve onayladığı dönem ve kişilerin kendi ülkelerindeki yansımalarına neden kayıtsızdır? Daha önemlisi, neden Türkiye solu bunu yaparken, dünyanın bir başka köşesinde savaşanlar, o reddedilen şeylerin “ilham verici” olduğunu söyleyip durmuşlardır? Şimdiye kadar kullanılan bütün argümanların ikna edici işlev görmediğine bakarak, bu soruya bir yeni yanıt arayalım.

Tek örnekle, Lenin, Mustafa Kemal’i ve Türkiye’nin bağımsızlık savaşını, Cumhuriyet hamlesini selamlamıştır, çünkü muzaffer bir devrim deneyiminin başındadır. Aynı baptan, Türkiye solu, bunun üzerinde tepinmekte beis görmemiştir, çünkü devrim ve iktidar hedefine yalnızca mistifikasyonla sarmalanmış bir fanustan bakmaktadır. Temel problem budur. Sıçramayı kafasına koymamışlar, tutamak aramazlar.
İkinci neden, Mustafa Kemal’in diğer örneklerden farklı olarak, emperyalizme karşı verilen ilk ulusal kurtuluş mücadelesini başarıya ulaştırması, buradan bir dizi devrimle yeniden tanımlanan bir ülke çıkarmış olmasıdır. İşin romantizmden çıkıp gerçekliğe dönüştüğü noktada, “Kemalizm”, bir devlet kuruculuk olarak, devletle savaşmayı öngören bir siyasanın muarızı konumuna geçmiştir.

Üçüncüsü, emperyalizm çağının en ayırt edici vurguları kafalardan silinmiştir ve ulusal değerler, emperyalizme karşı bir duruşun değil, tümüyle burjuvaziye ait bir cephaneliğin silahları gibi algılanır olmuştur.

Ve tabii, Kürt meselesi. Ulusal kurtuluş, bir ulusal boyunduruk sisteminin hüküm sürmeye başlamasıyla aynı tarihe çekilmiştir ve önderi, bu zulmün temsilcisi olarak geçmiştir kayıtlarına. Keza bayrak, bunun nişanesidir.

Başka gerekçeler de sıralanabilir bu “süper devrimci” görünümlü, bu “milliyetçilikten tümüyle azade” perspektifi besleyen.

Bütün bunları tartışıp durduğumuz halde, bunun sürgit hale gelmesini engelleyemeyişimizin temelinde, bir kerterizimizin kalmaması yatıyor. Neye göre, hangi açıdan bakarak değerlendireceğimiz muğlaktır. Daha doğrusu, bizim açımızdan nettir de, sahip olduğumuz sınıfsal bakış, “ezilen ulus milliyetçiliği”nden “saf dünya proleter devrimi”ne, tarihteki bütün Jakoben girişimleri tu kaka eden sivil toplumcu “sol” teorisyenlere kadar geniş bir cephede geçersizdir. Düzenin ve AKP’nin kuyruğuna takılmışları zaten burada görmüyoruz.

Belki bu nedenle, “sen yürü, bırak ne derlerse desinler” noktasındayızdır. Bütün bu kesimleri bir sınıf ekseninde toparlanmaya çekecek şey, teorik tartışmalar olamaz, bu açık.

Emperyalizme karşı verilen bir mücadeleyi, hatta kurulan Cumhuriyet’i selamlayıp, o mücadelenin örgütleyicisinden, kumanda edeninden bunu esirgeyelim tezi ise, ilginç ve yenidir. Belki siyasanın değil ama mantığın çerçevesinde bir tartışma konusu olabilir. Buradan yola çıkarak da, bütün bir “reddiyecilik” yeniden değerlendirilebilir. Devam edeceğiz.