“Asi”ydi, “Muhtaç” Oldu...

Cemal Süreya, "Daha nen olayım isterdin, / Onursuzunum senin!" dizelerini yazarken, onuru insanın elindeki en yüksek değer olarak tanımlıyor ve bundan yoksun kalmayı göze aldıracak bir aşkın büyüklüğünü tartışılmaz kılıyordu. Yalnızca aşk için, yalnızca sevilen için kabullenilecek bir vazgeçiş. Bu ikiliğinin adını "Ama Senin" koymuştu, bunun altını çizercesine, sınırlarını belirlercesine...

İsteyen dudak kıvırabilir, isteyen bağlamından koparıp tartışmaya açabilir. Fuzulen, "aşk dahil, hiçbir şey için vazgeçilemezler" listesi sunulabilir, Aragon'un "mutlu aşk..." kıssasından, sevgiliye hitaben başlanan dizelerin, bir an onun üzerine çıkan bir tukunun kavranmasıyla "Ey özgürlük!" seslenişine dönüşmesinden dem vurulabilir.

Bu dizeleri anımsatan, onur ve aşk kavramlarını gündeme getiren şey, uzun zamandır ekranlarda olup "yazılacaklar" notu düşülmesine karşın el varmamış, bir futbol maçının devre arasında yeniden karşılaşana kadar da unutulmuş bir reklam aslında. "İhtiyacım var"...

Kuşatma çemberi daraldıkça, hedefteki nihai noktaya, bir önce kaybettiğiniz mevziyi geri alıp yerleşebilmek adımlarından geçerek ulaşmak durumunda kalırsınız bazen. Mesela, "İhtiyacım var"ın, "İtirazım var" olduğu zamanlara bile iç çekmek gibi...

Birbirini bütünleyen süreçtir tabii, öyle "isyan"ın sonu, böyle "muhtaç"lıktır. Mesele, bu süreci, ters yönde işletmeye güç yetirilememesinde... Ve o haliyle "isyan"ı kutsayan "sol"un toplum projesinin geleceği noktayı imlemesi için de tutamaktır, altı üstü bir arabesk sızlanışın reklama uyarlanması gibi görülen şey.

Yıllar önce değinmiştik, lumpenliğin, aşk acısını kalbine gömmüş, kadehlere sarılmış, sefilleşmiş halinin, vuslatı engelleyen feleğe, kadere, hain sevgiliye, zalim babaya hınç duyan tipinin dilinde, buna "isyan" dendiğine. "Halime ağlıyorum"un bu dile çevrilmesiydi, "isyanım var". Gün gelip de, sınıfları, emperyalizmi, devrimi küpeşteden atan "sol" entellektüel, "insanî duyarlılıklar" keşfine çıktığında rastladığı bu bireylerin "düzende yer edinememişliklerine", cevher bulmuşcasına sarılmıştı. Kendi yeni toplum projesi berhava olduğundan, "müesses nizam" harici gördüğü her şeyi kutsamaya atmıştı kapağı. Dinci gericilikten Osmanlıcılığa, cinsel fantezilerden tinerci çocuklara, her şey, "aykırılık" alkışlarıyla taltif edilmişti. Tartışmasız kurulu düzenin ürünü ve devrimci bir isyanın sebepleri olan arazları, isyanın bizatihi kendisine, korunması gereken değerlere dönüştürüvermişti, bu yeni tipte bireysel başkaldırı savunucuları.

O zamanlar göğüse jiletle tanımlanan Müslüm Baba'cılık, varoşların isyanıydı gözlerinde. Bunun berbat edebiyatını yapmaktan geri durmayarak, "ezilmişlerin sesi" mertebesine yükselmişlerdi.
Şimdi, kat edilen yola dönüp bir bakılabilir. Ne diyordu orijinal parça? "İtirazım var bu zalim kadere / İtirazım var bu sonsuz kedere"... Soruyordu: "Ben hep yenilmeye mahkûm muyum? / Ben hep ezilmeye mecbur muyum?" Yarım kalan sevgisine, emanet gülmeye, yaşamadan ölmeye itirazı, yalana dolana karşı çıkarken, bir yarı-bilinç haline bile gelebiliyordu. Ama bir kilit cümle vardı işte, gelip tıkandığı: "Değişmez yazıma..."

O gelip tıkanılan nokta, "sol" açısından sorun teşkil etmiyordu. "Değişmesi şart değil, sen böyle de devrimci dinamiksin!" Tamam, kara mizah, ama, durum bu. İtirazını doğuran etmenleri doğru adrese kanalize edemeyen, çıkış bulamayan, ağlayıp sızlamakla bir yere varamayacağını da gören "isyankâr", bir umut ararken, AB'nin ve yörüngesindekilerin "gelişmişlik" ölçütlerinden pay almaya yönelir, ne yapsın? AB dediğin, sadece acayip bir demokrasi değil ki, Batı'nın ekonomik refahı, kişi başına düşen geliri, işgücü dolaşımı, efendime söyleyeyim her bir şeyi! E, tüketim dünyasının parçası olmaya güç yetiremese de, hayalleri, özlemleri, istekleri, sağın "sol"un ittifakla verdiği bu taahhütle kanatlanmıştır bir kere. Sevgiliye ulaşmasını engelleyen yoksul yaşam yüzünden isyan, önceliği, bu koşulların "iyileştirilmesine" verecektir. O ki, "kader" kod adlı sistem, jilet yarasından akan kanla sarsılmamıştır, o halde ona eklemlenmenin yolu aranacaktır. Kız babasının yerini banka, cilveli sevgilinin yerini "home theatre, perdeler, düğünle özdeşleşmiş mutlu bir gelecek, bilgisayarla ulaşılan dünyanın bilgisi, plazmalar" alacaktır. İsyandan umudunu kesmiş, güçsüz "âsi"nin yapacağı tek şeydir, daha önce itiraz yönelttiği merci karşısında, bu kez diz çöküp yalvarmak. "İhtiyacım var!" Kahpe felek, zalim kader, bunu da duymazdan gelecek değildir ya!

Varoşlar, bu reklamdaki ihtiyaç listesiyle, kentlileşir, elitleşirken, ileri bir adım atılmış olmasından memnun olsa gerek "sol"...

Cemal Süreya, yalnızca sevgiliye duyulan aşk noktasında onurundan vazgeçiyordu... Dünün "âsi"si, kredi peşinde zırıl zırıl dolanırken, onur kavramı ve bir toplum projesi ekseninde çok şey anlatıyor... Yalnızca "bir lumpenin düşüşü" hafifliğinde değil olgu. Emperyalist sermayeye, gerici odaklara el açan bir "kurulu düzen karşıtı" fikriyatın manzum içeriği de sırıtıyor fonda...

[email protected]