“Yeni Osmanlı”yı deliğe süpürmek

Cengiz Çandar Türkiye ile Brezilya’nın “pek mutlu bir nişanlı çift” görüntüsü verdiklerini, üstelik bu nişanın Vaşington’u küstürecek, kızdıracak cinsten olduğunu yazıyor. Aynı gün bir başka yerde ise uranyum takası anlaşmasının Obama’nın Lula’ya yazdığı mektupta söz edilen şartları harfiyen yerine getirdiğini anlatıyor ve bir açıdan kendi kendisini yalanlıyordu.

Erdoğan ve Lula’nın kotardıkları anlaşmanın Obama tarafından dikte ettirildiğini iddia etmiyorum. Güçlü sabitleri ve varsayımları bulunan, ama Türkiye’nin ve Brezilya’nın iç politikasıyla da kuvvetli bağları olan daha karmaşık bir süreç söz konusu. Bütün karmaşıklığına karşın, konunun Türkiye cephesinde her yolun dönüp dolaşıp tekrardan Türkiye’nin emperyalizmin bölgedeki siyasi arayışları içerisinde en uygun konuma oturmasına geldiğini görüyoruz. Kısacası her yol ABD’nin “yeni Osmanlı”sına çıkıyor…

Son on gündür yayınlanan mektuplar, raporlar, köşe yazıları vs. Zapsu’nun “bu adamı kullanın, deliğe süpürmeyin” deyişini anımsatır nitelikte. “Tamam bir halt yedik, ama bu işe çok emek verdik, deliğe süpürmeyin… “ Bunu söylüyorlar.

Kemal Okuyan’ın ifadesiyle kendini kurtarmaya çalışan Erdoğan’ın hamlesini ABD’ye izah etmek, haliyle Davutoğlu’na düştü. Foreign Policy dergisinde Türkiye’nin dış politika “ilkelerini” bir kez daha anlatan Davutoğlu, “bizi deliğe süpürmeyin” çağrısını yinelemektedir. Sanki bilmiyorlar…

Mektubun özeti, “Türkiye mevcut stratejik ittifaklarıyla komşuları ve kendisini çevreleyen bölge arasında uyum yaratma arayışına bağlılığını sürdürmektedir” cümlesiyle verilebilir. Özetin özeti: AKP Türkiyesi yeni Osmanlıcılık rotasından bir karış sapmamaya kararlıdır.

Kaldı ki Davutoğlu’nun “stratejik derinliği”nde ve aynı tezin ABD’li okur için yazılan “yönetici özeti” sayılabilecek Fuller’in “yeni Türkiye”sinde anlatılan bir noktayı hatırlamak durumundayız: Türkiye bölgede ABD’nin açamadığı kapıları açacak ve emperyalizmi içeriye buyur edecekse, zaman zaman ABD’yle kontrollü ve yapılandırılmış bir gerilimin doğması da göze alınmalıdır. Obama’nın mektupla bildirdiği şartların anlaşmaya bağlanmasının sabahında Clinton’un anlaşmayı kadük ilan etmesi yapılandırılmış gerilime örnektir.

Yapılandırılmıştır, hikaye değildir. Çerçevesi çizilmiş, Türkiye’nin hareket alanı ve doğrultusu tanımlanmıştır ve şu andaki gerilim bu alanın daralmasından kaynaklanmaktadır. Sürecin emperyalizm nezdindeki meşruiyetini açıklama çabası da buradan doğuyor. Türkiye’nin yeniden şekillendirildiği, özünde devasa bir coğrafyanın karmakarışık çelişkilerine çomak sokma felsefesinin yattığı bir dönüşümden söz ediyoruz. O halde, hep söylediğimiz gibi, bölgedeki çelişkilerle yumak olmuş Türkiye’nin iç meseleleri de hareket alanına giren vektörlerden bir tanesi, hem de çok önemli bir tanesidir.

Anlaşma sonrası “süpürmeyin” çağrısını yineleyen bir başka metinde, kimi gazetelerde “yeni Osmanlıcılık raporu” diye haber yapılan, Henri J. Barkey’in “Türkiye’nin Irak’la Yeni Nişanlılığı, Irak Kürdistanı’nı Kucaklamak” başlıklı raporda bunu olanca açıklığıyla görmekteyiz. Barkey “engagement” demektedir, nişanlılık diye çevirmek uygun düşer. Demek ki Çandar’ın söylediği Brezilya nişanı olsa olsa bir hülledir AKP Türkiye’si bundan çok önce Irak’la nişanlanmıştır, üstelik bir de gayrimeşru çocuğu bulunmaktadır. Kucaklıyorlar…

Barkey Türkiye’nin Irak’ı ve Irak Kürdistanı’nı daha sıkı kucaklayabilmesinin şartının AKP’nin Kürt açılımında aldığı yola ve kurumların, ideolojik ve siyasi yapının dönüşümüne bağlı olduğunu anlattıktan sonra, geçerken bir de şunu da yazıyor: “Ancak Türkiye’nin üstlendiği yeni inisiyatiflerde saklı olan bir tehlike Ankara cephesinde aşırı kendine güvenin ortaya çıkması olasılığıdır. Ankara’nın ilk elden başvurulacak müzakereci olma gayreti, nihai olarak en fazla ihtiyaç duyacağı bazı dostları yabancılaştırma riski barındırmaktadır.”

Bu bir uyarı mı, yoksa sürecin doğasına dair bir hatırlatma mı? Kanımca ikisi birden söz konusudur.

Hareket alanı daralan Erdoğan’ın risk iştahı yükselebilir, ancak bu tutumu Menderes’in son günlerine benzetmek doğru olmaz. Olmaz, çünkü Türkiye’nin bugün içinden geçtiği dönüşüm çok daha kapsamlıdır ve ipler geçmişe göre daha sağlam kazığa bağlanmış bulunmaktadır. Diğer yandan Barkey’in raporunda ifade ettiği gibi, “Erdoğan üst düzeydeki şefaatinden belirli bir popülarite çıkartarak iç politikayla dış politika arasındaki sınırları bir ölçüde bulanıklaştırmıştır”. Öyleyse bunca çabayla bu kıvama getirilen Türkiye’nin iç politikasında işlerin şansa bırakılmayacağı apaçık. Gerilimler olabilir, ama önemli olan rotanın aynı kalmasıdır.

Yeni CHP’nin günbegün nalıncı keseriyle yontulması işlerin şansa bırakılmayacağın bir örneğidir. Son günlerin “havuzlu ev” tartışması biraz da budur. “Halkçılık yap, yoksullara daha fazla hitap et, ama servet düşmanlığı yapma!” Zira servet düşmanlığıyla dünyaya açılan yeni “fırsat pencerelerinden” bakmak bağdaşmaz.

Başka? “Mahalle baskısının yarattığı hoşnutsuzluklara işaret et, ama dinsel motiflere de yer vermeyi ihmal etme!” Zira çevresinde etkin, baş müzakereci Türkiye, Müslüman Türkiye’dir.

Nalıncının kendisine nasıl yonttuğu bir tartışmaysa, şekil verilenin keserin altına neden yattığı da öteki tartışmadır. Bu düzeneğe girerseniz yontarlar. Geriye ne kalır? "Kendimi ve ailemi zengin etmeyeceğim, söz veriyorum". Bu kalır…

Peki, gözünü Irak’ta halen çıkarılmamış, günlük ederinin 3,5-4 milyar dolar olduğu tahmin edilen petrol rezervlerine dikmiş patronlar ne olacak? Onların sahip oldukları tek şey havuzlu villalar değil, hesapları ve ihanetleri büyük. Onları ve yeni Osmanlılarını deliğe süpürmek yalnızca ve yalnızca emeğine sahip çıkan işçi sınıfının harcıdır. Gücünü buradan almayanı gömlek almaya götürürler.