TÜSİAD küme düşer mi?

Perşembe günü gerçekleşen TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu toplantısında Ali Koç’un sarf ettiği sözleri hatırlayalım: “Bu konuda (vergi) fazla sessiz kaldık. Destek vermemiz, sahip çıkmamız gerekirdi. TÜSİAD olarak etkimizi kaybediyoruz. Gerektiğinde yumruğumuzu masaya vurmamız lazım. TÜSİAD’ın yönetim tarzını doğru bulmuyorum. MÜSİAD’dan bile daha güçsüz algılanmaya başladık. Onlar daha çok dikkate alınıyor.”

Doğan medyasında yer alan haberler Ali Koç’un çıkışının münferit olmadığı, toplantının genel havasının bu sözlerle dile getirilen ruh haliyle özetlenebileceği şeklindeydi. AKP yandaşı basının toplantıya ilişkin yaptığı haberlerse, Koç ailesinin ve Arzuhan Doğan Yalçındağ’ın destek taleplerinin diğer patronlardan tek bir blok halinde onay görmediğini duyuruyordu.

Kendi “taraf”ından bakan bu haberlerden her ikisinin de geçerli olduğunu, patron örgütünün toplantısından şu iki sonucun da çıktığını söyleyebiliriz: Birincisi, evet, TÜSİAD’ın temsil ettiği oligarklar, etkilerini yitirmekten artık ciddi düzeyde kaygı duyuyorlar. Başka hiçbir şey söylenmemiş bile olsa, Türkiye’nin en büyük sermaye grubunun bir üyesinin “MÜSİAD’dan bile daha güçsüzüz” demesi önemlidir. Normal koşullar altında Türkiye’nin seksen senelik oligarklarının böyle bir sözü, akıllarından geçirseler bile, telaffuz etmemeleri gerekir. Şimdi ediyorlar ve bu bir eşiğin artık aşıldığını anlatıyor.

İkincisi, evet, TÜSİAD burjuvazisi uzlaşma arayışını ön planda tutan, AKP’nin geleneksel burjuvazinin bazı kesimlerine alan kapatmak yönündeki adımları karşısında sinik bir eğilim de barındırmaktadır. Muhtemelen barındırmaya da devam edecektir...

1979’da Ecevit hükümetini düşürmek üzere verilen ve ABD’nin mutlak desteğiyle çıkan ilanlar dışında, patron örgütünün siyasi iktidarla geleneksel ilişki tarzının hep biraz ürkek, temkinli olduğunu görüyoruz. Temkinli ve biraz ürkek tavrın arka planında daima elindeki gücü ve sahip olduğu araçları kullanarak siyasi iktidarı gerektiğinde manipüle eden, ayar veren bir ilişki biçimi bulunuyor.

Peki, TÜSİAD toplantısı sonrasında birbiriyle çelişkili olduğu açık olan bu iki sonucun da çıkması ne anlama geliyor? Yerleşik tekeller, son sekiz yıl içinde kârlarını katlayan, kendilerine sağladığı istikrarı ve “açılımcılığını” dillerinden düşürmedikleri AKP’ye karşı mücadeleye mi hazırlanıyor? Yoksa artık dış gezilerinde yanına neredeyse TÜSİAD’cı kimseyi almayan, bizzat kendisi İslamcı bir sermaye grubunun mümessilliğini yapmış olan Başbakan’ın TÜSİAD medyasını bitirme, dolayısıyla patron örgütünü teslim alma planlarına boyun mu eğecek?

En başta şu tespit edilmeli: TÜSİAD ve AKP arasındaki gerilim, kendi sınıfsal doğası içinde kavranması şartıyla, gerçek bir gerilimdir.

2008 krizi öncesinde ekonomide üretilen artığın genişlemesi sayesinde bir yandan geleneksel tekellerin kârlarını hızla artıran AKP, diğer yandan da kendi sermaye tabanını genişletti. Bu dönemde AKP’ye bağlı sermaye kesimi, geleneksel tekellerin ayağına basmayacağı, rekabetin fazla kızışmadığı alanlardaki boşluklara oturdu.

2008 kriziyle beraber hükümet partisinin geleneksel tekeller karşısında daha sinik ve teslimiyetçi bir çizgi izlemesi beklenebilirdi. Ancak tersine, AKP büyük sermayeyle ilişkisinde 2002–2007 döneminde izlediği sınıfının genel çıkarlarını gözetme ve bu arada boşluklara yerleşerek kendi sermaye tabanını genişletme stratejisini, sermayenin iç dengelerine daha doğrudan müdahale eden agresif bir stratejiye dönüştürdü. Emperyalist dönüşüm planına, yani Yeni Osmanlıcılığa bağlanmış olan sermaye sınıfının, aynı sürecin kendi iç dengelerine dokunmadan geçemeyeceğini bilmesi gerekirdi. Bu çapta bir dönüşüm, sermayenin iç kompozisyonuna da bulaşmak zorunda. 2008 sonrasında, önceki dönemde elde edilen mevziler, güçlü ABD desteği vesaire kullanılarak hayli girişken bir biçimde "aşılmaya” başlandı.

Her fırsatta Yeni Osmanlı’nın gelişini alkışlayan TÜSİAD oligarkları bunları bilmiyor mu? Elbette biliyor... Sorun, AKP’nin kendi sermaye tabanının ağırlığını artırma ve bu kesimin önderliğinde tekelci koalisyonlar oluşturarak alan kapatma, sermayenin iç dengelerini değiştirme stratejisi karşısında TÜSİAD’ın elindeki araçların bir bir kadük hale gelmeye başlaması.

Bu araçlardan bir tanesi kuşkusuz medya… Medyasız bırakılmış bir TÜSİAD’ın gerektiğinde AKP’ye ayar vermek konusunda kolu kanadı kırık olacaktır ve “MÜSİAD’dan bile etkisiz” hale gelmeye itilecektir.

Ancak TÜSİAD sermayesinin sessizce teslim olacağını, inisiyatif yitimini basitçe kabul edeceklerini düşünmek saflık olur. Son Yüksek İstişare Kurulu toplantısında yapılan “pasif davrandık” şeklindeki özeleştiriyi ve inisiyatif kaybının vardığı düzeyden duyulan kaygılara yapılan göndermeleri, TİSK gibi başka patron örgütlerinin ekonomi politikaları üzerine yaptığı kendince “keskin” değerlendirmeleri bunun işaretleri olarak alabiliriz.

Sol açısından kritik konu, bu gerilim ve itişmelerin Türkiye’nin siyasi dengelerini nasıl değiştireceğinin izlenmesi ve uygun momentlerde yapılacak siyasi müdahalelerdir. Herhalde buraya kadar söylediklerimi “TÜSİAD burjuvazisi AKP karşıtı oluyor, yüzümüzü buna dönelim” şeklinde yorumlayacak kadar akılsız bir soL okuru yoktur. Mesele, egemen sınıfın iç dengelerinde gerçekleşen ciddi oynamaların her zaman devrimci güçler açısından olanaklar açması veya bazı kapılara kilit vurmasıdır. Hangi kanallar açılabilir bu soru öznel müdahalelerden bağımsız değil. Yalnız uygun momentte adım atabilecek bir akıl ve iradeye ihtiyaç var. Böyle bir akıl ve iradeyle TÜSİAD’ı AKP’yle beraber küme düşürmek mümkün olacaktır.

Somutlarsak örneğin üzerinde düşünülmesi gereken bir soru, Türkiye’de safkan bir AKP medyası dışında medyanın kalmaması ilerici güçler için hangi koşullarda önemli olanaklar yaratır, hangi koşullarda bazı kapıları sımsıkı kapatır? Bu meselenin solu ilgilendirmediğini söylemek mümkün mü?