Seyirlik ülkenin zavallı rehinleri

Yaşar Büyükanıt, Erdoğan’la “şanlı” Dolmabahçe Mutabakatı’nı yaptıktan sonra Amerikan uydularından alınan görüntülerle övünüyor ve Kandil’in “BBG evi gibi izlendiğini” söylüyordu. Erdoğan’ın ve ABD’nin önce masasına oturup, sonra da cipine binenlerin yaptıkları mutabakatın asıl Türkiye’nin bütün gözeneklerinin izlenmesine “buyurun” izni anlamına geldiğini bilmemeleri mümkün mü? İstihbarat paylaşımıysa, işte buyurun, yatak odalarınıza kadar paylaşıyorlar…

Kuşku duymadığımız bir husus şu: Türkiye’nin bir şantaj şebekesine teslim edilmesine olur verenler, başka hesapların yanı sıra, bunu bir de “böcekli” yatak odalarında daha fazla “youtube dolu” kabuslar görmemek için yaptılar.

Ergenekon, Balyoz ve bu süreçte açılan bilumum davanın dayandırıldığı dosyaların her birinin birer “teknoloji harikası” olması ve bu Ar-Ge faaliyetinin “şanlı” mutabakattan sonra tam bir patlama yaşaması yeterli kanıttır. Esas “mucizenin” dosyalara giren “kayıtlarda” değil, girmeyenlerde olduğunu şimdi daha iyi anlıyoruz.

Türkiye artık seyirlik bir ülkedir. Hamdolsun, ülkeyi piksel piksel etmeye yeminli müritler hiçbir adem evladını sessiz ve görüntüsüz bırakmamakta, sermaye düzeninin olanca pisliğini toplumun üzerine boca ederek halkın hem aklını almakta hem de namusunu kirletmektedir. Rehin aldıklarının bir kısmı ise ama korkaklıktan, ama zavallılıktan köşesine sinmiş “ben de izlerim, üzerime gelmeyin” demektedir.

Baykal’a ait olduğu iddia edilen görüntüler bu bataklığın vardığı dehşet verici boyutu ve rehin tutulanlar listesinin daha nerelere ulaştığını kavramak açısından ilgiye şayandır. Şantajcıların, röntgencilerin, teşhircilerin, “erdem” denilince bacak arasına bakanların düzeni “seyirlik Türkiye” budur...

Peki, düzenin rezilliğini bu son kasetle mi keşfetmiş olduk?

Hayır, ancak şantajcılığın ve onu tamamlayan şahsiyetsizliğin ulaştığı ve ulaşabileceği ölçeğin kendisi bir önem taşımaktadır. Pandora’nın kutusundan daha nelerin çıkacağını, Vaşington hariç, hiç kimse bilemez.

Son vakadan hareketle, “bu iş nereye varır?” sorusuyla ilgili ortaya atılan senaryolardan bir tanesi üzerinde duralım. Güngör Mengi dün Vatan gazetesindeki köşesinde, Baykal’ın bu kasetin varlığından sekiz yıldır haberdar olduğunu ima ediyor ve soruyor: “Artık muhtar bile olamaz denilen Erdoğan’ın siyasi yasağını kaldıran, onun için ara seçim icat ederek önce meclise sonra hükümetin başına taşıyan çabalara o günlerde Deniz Baykal’ın cansiperane katılımı ne anlama geliyor?” Bu sorunun ardından da şu tespit geliyor: Meğer Baykal “zavallı bir rehinmiş”.

Öyleyse Baykal ve Erdoğan’ın sekiz yıldır, artık adına “yeni Osmanlı” denilen gemide birlikte yol aldıkları söylenmiş oluyor. AKP yandaşlarının kendi karşıtını yaratma gayretiyle sürekli “vesayetçi Baykal” demelerine aldanmıyor ve CHP’nin yeni Osmanlı gemisine çoktan binmiş olduğunu bildiğimiz bir olgu olarak kaydediyoruz. İster rehin alınarak, ister alınmadan…

Ama yine de bu soru üzerinde duralım: Baykal rehin alındığı için mi bu gemiye bindi?

Eğer öyleyse ortaya hayli ilginç bir resim çıkmakta ve “zavallı rehin” Baykal’ın suskunluğunun üç gündür değil, sekiz yıldır sürdüğü anlaşılmaktadır. Bu durumda bir “ahlaksızlıktan” söz edilecekse bu, sekiz yıldır bir şantaja boyun eğerek ülkeyi “böceklerin” basmasına yataklık etmiş olmasıdır.

Aynı gazetede Zülfü Livaneli konuyla ilişkili başka bir ilginç iddia ortaya atıyor. Livaneli’ye göre “kim ve neden yaptı”nın yanıtı, bu rezaletin, “İran’la yakınlaşan ve İsrail’e kafa tutan Erdoğan’ı tasfiye edebilmek için önce Baykal’ı ortadan kaldırmaya yönelik bir satranç oyunun ilk hamleleri” olmasında aranabilir.

Livaneli’nin bu satırları hangi niyetle yazdığını bilemeyiz. Ancak öne sürdüğü tezi mantıksal sonucuna vardıracak olursak, Erdoğan’ın Türk tipi bir Peron’a dönüşmesi ihtimalini önlemek isteyen birilerinin harekete geçmiş olduğunu söylemek durumundayız. Buradan da, Livaneli’nin niyetinden bağımsız olarak, Erdoğan’ın kendisinin de bir rehin olduğu, en azından o duruma gelebileceği sonucu çıkar. Zira burada bahsedilen, ayarı kaçan bir Erdoğan’ı hizaya sokmak üzere elindeki rehinlerin azad edilmesidir. Erdoğan’ın yükseklik sarhoşluğuna kapılarak Peronize olması ihtimalinin ise en çok iktidardaki bazı çevreleri rahatsız ettiğine şüphe yoktur. Emperyalizmin söz konusu rahatsızların da başını okşamaması, onlarla da bazı istihbaratları paylaşmaması için neden yoktur. Buna bir süredir The Economist gibi yayınlarda rastladığımız deyişle, “taming Erdogan” adını verebiliriz. Peki, neden “ehlileştirme” ihtiyacı duysunlar?

İran’la yakınlaşma, İsrail’le itiş-kakış bunları geçiniz… Aklımıza evvela “şimdi Anayasa, 2011’de başkanlık” çıkışı geliyor. Erdoğan’ın başkanlık pozundan hemen önce, Çankaya’da daha uzun ve huzurlu bir hayatın kendisini beklediğini ilan etmiş olan kişinin bu çıkışla beraber, Ertuğrul Özkök’ün ifadesiyle, bir “topal ördek”e dönüşmüş olmasını hatırlıyoruz. Belki de “topal ördek” kırık bacağını hocaya üflettikten sonra kafesteki rehinleri serbest bırakacak gücü kendisinde bulmuş ve bu şekilde bir hayli can yakabileceğini göstermiştir. Bilemeyiz…

Bunların hepsi birer iddia, hatta “komplo teorisidir” denilebilir. Ancak gelinen noktada bu iddiaların hafife alınması olanaksızdır, çünkü şantaja dayalı, seyirlik düzende bunlar olmayacak işler değildir, çünkü bu düzen kendi oluşturduğu iktidar mantığı nedeniyle bütünüyle şirazesinden çıkmıştır. Seyirlik Türkiye’de rehin alanların da rehin alınabilmesi şaşılacak bir durum olmaz. Ve yine, “olmaz” denilen yakınlaşmaların “olur” kılınmasına da hiç kimse şaşırmamalıdır.

“Olmazı olur kılmaya” örnek mi? Kaset skandalı patladığından beri, belge ve bant meftunluğuyla ün yapmış cemaatin nedense pek sessiz duran yayın organında “stratejist” Mümtazer Türköne’nin yazdıklarına bakalım: “Daha zinde ve daha temiz bir başlangıç yapma adına iktidar sahipleri Baykal'ın siyasi hayatını sona erdiriyor. Bu skandal görüntülerin başka anlamı yok.” Türköne yazısında “zinde ve tertemiz” başlangıcın nereye açılacağının da işaretini vermiş, “sol”u “askeri vesayetin azalmasıyla açılan fırsat kapısından girmeye” davet etmiş.

Böyle bir rezaletin üstüne “daha zinde ve daha temiz bir başlangıç”tan söz etmek herhalde ancak Türköne’nin aklına gelebilirdi. Bunlar abdestlerini neyle alıyorlar, doğrusu merak ediyorum.

Belli ki Türköne son skandalın ardından açıldığını iddia ettiği “fırsat kapısından” Ufuk Uras’tan daha fazlasının geçeceğini hesaplamaktadır. Bu kapıdan geçenlerin sayısını belki artırırlar bunu bilemeyiz, ama geçenlerin solla bir ilişkisi olmayacağını biliyoruz. Ayrıca Türköne’nin hesaba katmadığı bir nokta daha var: Rehin tutulanların sayısı çoktur, serbest kaldıklarında hangi “kapıları” zorlayacakları belli olmaz.

Türkiye’nin bütün bu pislikten nasıl kurtulacağını ise çok iyi biliyoruz: Seyretmeyi bırakarak…