Özgürlüğü kazanmak, devrimi kaptırmamak

Magazin haberlerini okumak gibi bir adetim pek yok. Ancak bugün gazetelere düşen, görsellerinden magazin içerikli olduğu izlenimi veren bir haberi okumadan geçemedim. Geçemedim, çünkü bu haber memleketin malum gündemi nedeniyle ilgi çekiciydi. Çünkü bahsedeceğim haberin, düzen partilerinin dikizciliği ve dedikoduculuğu halkın günlük besini haline getirmesi ve toplumu bu bataklığın dibine doğru çekerken attıkları ahlak, özgürlük, mahremiyet nutuklarıyla paralelliği var.

Haber şöyle. Daha önce İngiliz televizyonlarında “Biri Bizi Gözetliyor” programıyla ünlenen bir manken, İngiltere Premier Ligi'nde top koşturan bir futbolcuyu yaşadıkları ilişkiyi ifşa etmekle tehdit etmiş. Futbolcu, şöhretini röntgenlenmesine borçlu olan manken hanımın, ismini basına vermemesi için “mahremiyeti ihlal” gerekçesiyle bir mahkeme kararı çıkartmış. Ancak yine de futbolcunun kimliği bir İskoç gazetesi tarafından açık edilmiş. Gözlerine bant çekerek fotoğrafını manşete basmışlar, altına da, “Herkes bu oyuncunun mahremiyetini korumak için mahkemeye başvurduğunu biliyor. Ama biz bunu size söylememeliydik” diye yazmışlar. Haberde isim geçmiyormuş, ancak kabak gibi fotoğraf manşete çıkmış bir defa… Bunun üzerine manken hanımın halkla ilişkiler danışmanı, “Bundan sonra ne yaşanacağını izlemek çok ilginç olacak. Basın özgürlüğü ve mahremiyet arasında büyük bir savaş veriliyor” deyivermiş.

Evet, aynen böyle…

Kariyerini içi kameralarla dolu bir evde kendini sergilemeye borçlu bir kadınla, attığı her adım magazin muhabirleri tarafından izlenen bir adam arasındaki ilişkinin duyurulması bir “özgürlük” sorunuymuş. “Bunun haber değeri mi var” diye sormayacaksınız deniyor. Tabii var, çünkü onlar halkın dedikodu ve dikizcilik gibi temel ihtiyaçlarını karşılayan, tekeller tarafından bu amaçla şana, şöhrete ve paraya boğularak tezgaha çıkartılan malları. Mankenler, şarkıcılar, milyar dolarlık futbolcular ve de düzen siyasetçileri…

Evet, onlar da aynı tezgahın üzerinde onlar da serginin bir parçası...

Kitlesel olanı temsil eden ne varsa, onların mülk sahibi dev tekellerdir onlar tekellerin sergilediği mallardır. “Özgürlük” dedikleri, sergileme özgürlüğü. Kitlesel olmanın anahtarınınsa “şeyleşme” olduğu söylenebilir. Şeyleşme, yani metalaşma. Daha amiyane deyişle söylersek “mallaşma” ya da tezgaha çıkma.

Malını pazarlayacak adam, koskoca tezgah kurmuş. Başbakanın dediği gibi, “ne özeli o genel, genel”… Burada kurulan tezgahın sorgulanması olacak iş mi? Kimin tezgahı daha iyi, daha büyük, daha renkli, o tartışılacak. Bunu oylayacak “millet”…

İnsanlığı buraya kadar düşürdüler sonunda. Televizyonlarda her akşam, her gün gözetleme, küfürleşme, aşağılama programları yapılacak ve bunun adına “yaratıcılık” denilecek. Düzen politikacılarının uçkurlarının peşine düşülecek ve “bunun özeli mözeli yok” diyen piyasanın hükmü özgürlükler kategorisindeki yerini alacak.

İnsanlığı bu noktaya kadar düşürdüler. 1989-1991 arasında sosyalist ülkelerdeki karşı devrimleri özgürlük diye, “halkın komünist diktatörlüklere karşı isyanı” diye sunarak büyük bir hamle yapmışlar, küllerinden yeniden doğmuşlardı. Sosyalizm çözüldü ve birkaç yıl içerisinde muazzam bir yıkım yaşayan Sovyet halklarının, Yugoslavya’nın, Doğu Avrupa’nın üzerinde tepinirken “özgürlük bu işte” diye avaz avaz bağırmaktan hiç vazgeçmediler. Özgürlük Kosova’nın, Karadağ’ın faşist çetelerine devlet statüsü kazandırmaktı. Özgürlük “Saddam diktatörlüğü altında inleyen” Irak’ın işgaliydi. Özgürlük birkaç on yıl önce gıda sorunu olmayan Afrika ülkelerinin borçlandırıldıktan sonra “yardım” programlarıyla talan edilmesi, açlığın pençesine itilmesiydi. Özgürlük bütün bunların televizyon ekranlarından, gazetelerden, internetten anbean yayımlanmasıydı.

1989-1991 arasında çok büyük bir hamle yaptılar. Sosyalizm çözülürken sadece emekçilerin onca kazanımı gitmedi özgürlük kavramının da bir kez daha ırzına geçtiler. Bir evin içerisine kamera döşeyip bunu yirmi dört saat televizyonda yayınlayanlar, “basın özgürlüğünden” söz ediyor artık. Siyasetleriyle halkı her gün zehirleyenlerin hakkındaki hükmünü gizli kameralarla kaydedilmiş görüntüleri üzerinden vermesi bekleniyor halktan. Bunun adı da “siyasi özgürlük” oluyor “ne özeli, genel” deniyor bu özgürlük için. “Genel” çünkü hepsi tekellerin malı, her şeyleriyle sere serpe çıkacaklar tezgaha… “Özgürlükler alemi” böyle tanımlanınca gocunmak olmaz.

Özgürlük kavramını gömüldüğü bu pislikten arındırmak, onu tekellerin elinde bir oyuncak olmaktan kurtarmak ancak bir devrimle başarılabilir. İşçinin, yoksul köylünün, gencin, yani halkın “yeter bu kadar kirlettiğiniz” dediği ve iktidarı istediği bir devrimle… Bunu görüyor ve bu nedenle “devrim”e de el atıyorlar. “Arap Baharı”, “sosyal ağlar”, “öncüsüz kitlelerin isyanı”, “değişim talebi”, “diktatörlüklere son” “devrim” budur işte diyorlar…

Halkın meşru talepleriymiş!

Özgürlüğü elinden alınmış, ırzına geçilmiş, aklı alınmış halklar meşru taleplere nasıl sahip çıkacak? Bu ancak devrimle, ama gerçek bir devrimle iktidarı isteyerek, boyun eğmeyerek, örgütlenerek olur. Şimdi bunun önüne bir duvar örmeye çalışmakla meşguller. Sadece işgal ederek, bombalayarak ya da gizli kameralarla dikizlediklerinin görüntülerini yayımlayarak değil. Akılları işgal ederek, kavramların içini boşaltarak da yapıyorlar bunu.

Devrime sahip çıkmak, devrimi kaptırmamak için özgürlüğümüzü geri kazanmak zorundayız. Ve özgürlüğümüze kavuşmak için gerçek bir devrim yapmak zorundayız.

Mantık döngüsel mi geldi?

Buradan çıkışın yolu çok yalın: Seçimde röntgencilere, sadece ruhlarını değil, bedenlerini de tekellere teslim etmiş olanlara oy vermeyin boyun eğmeyenlere katılın. Hem özgürlüğe doğru yol almaya oylarınızı özgürleştirerek başlamış hem de gerçek bir devrimin yolunu döşemeye katılmış olursunuz.