Karşı Saldırı Zamanı

“Size şunu söylemeliyim ki, karşı karşıya olduğumuz durum hukuk düzeninin yerine ayaktakımının düzeninin geçirilmesi çabasıdır ve biz bunun başarıya ulaşmasına izin vermeyiz. Bu çaba başarıya ulaşmamalıdır. Kendi iradelerini başkalarına dayatmak için şiddet ve sindirme taktiklerini kullananlar var… Hukuk düzeni, ayaktakımının hakimiyetine galebe çalmalıdır.”

Hayır, bunlar “ayaklar baş olursa…”, “yetimin hakkını yedirmeyiz”, “bunlar yan gelip yatıyor” ve benzeri veciz sözlerin sahibi Tayyip Bey’in bir başka incisi değil. Bu sözler, onun fikri önderlerinden birisine, işçi düşmanlığının dünya çapındaki sembol isimlerinden bir tanesine, Margaret Thatcher’a ait.

Konuşmanın tarihi 30 Mayıs 1984. Bir gün öncesinde Orgreaves’de yaklaşık altı bin maden işçisinin grevine polis saldırısı düzenleniyor ve onlarca işçi yaralanıyor, onlarcası tutuklanıyor. Ve “Demir Leydi” meclis kürsüsünden “ayaktakımının egemenliğine izin vermeyeceğiz” diye haykırıyor… Tıpkı bundan kısa bir süre sonra greve giden madencileri “içimizdeki düşman” diye adlandırması gibi…

Meselemiz, Tayyip Erdoğan’ın Türkiye emekçilerine karşı kullandığı dille örneğin Thatcher’ın kullandığı dilin benzerliğine işaret etmek değil. Evet, aynı dili konuşuyorlar, işçi sınıfına karşı aynı düşmanlıkla bakıyorlar ama bunları biliyoruz. Erdoğan’ın soyunun Thatcher’lardan, Reagan’lardan ve Özal’lardan geldiğini bizim söylememize de gerek yok zaten kendisi bunu her fırsatta bir “övünç” vesilesiymiş gibi dile getiriyor.

Meselemiz bir başka paralellik bir tarih dersi…

Bu derse dünkü köşe yazısında Korkut Hoca dikkat çekiyor ve Erdoğan'ın Tekel işçileri karşısındaki tavrıyla Thatcher'in 1984-85 madenciler grevindeki tutumu arasındaki benzerliğe işaret ediyordu. Hoca'nın deyişiyle, "Erdoğan da Thatcher gibi, işçilerin yenilgisinin, sınıflar-arası dengeler açısından stratejik bir önem taşıdığını düşünmektedir."

Kanımca Hoca’nın bu cümlenin hemen arkasından yaptığı saptama çok önemli: "Bu senaryonun tersine tepmesi artan toplumsal gerilimlerin sınıfsal reflekslerin canlanmasına katkı yapması da mümkündür."

Korkut Hoca'nın işaret ettiği tarihsel referansa, hemen arkasından işaret ettiği siyasi olasılığın nasıl güçlendirileceği sorusu çerçevesinde bakmakta yarar var. Zira sınıflar mücadelesinde olasılıklar, önceden belirlenmiş bir dağılım fonksiyonuna göre değil, siyasi aktörlerin bilinçli girdilerine göre şekilleniyor. O halde soru, Hoca'nın bir olasılık olarak işaret ettiği noktanın kesinlik düzeyine nasıl taşınacağını saptamaktır.

Başka bir deyişle, Tekel işçilerinin İngiliz maden işçileriyle aynı kaderi paylaşmaması nasıl sağlanacak?
O “kader”in ne olduğunu daha iyi kavramak için, örneğin Mark Herman’ın yönettiği, 1996 yapımı Brassed Off (Öttür Borunu) filmi izlenebilir. Filmin özetini üç cümleyle verirsek, bu, direnme iradesini yitirmiş işçilerin çalıştıkları madenin kapatılması karşısındaki trajedisidir. Artık onları bir arada tutan aynı sınıfa mensup olmaları, dolayısıyla ortak sınıfsal çıkarları paylaşmaları değil, kapatılan madenin bandosunun dağılmasına direnen tutkulu bir bando şefinin çabalarıdır. Bu tabloda “borusunu öttüren”in işçiler olmadığını söylemeye herhalde gerek yok…

1984-85 İngiltere madenciler grevi, yalnızca İngiliz işçi sınıfı için değil, dünyanın tüm işçileri için çok ağır bir derstir. Sermaye sınıfının en azgın temsilcilerinin adım adım ördükleri bir strateji sonucunda yenilgiye uğrayan işçi sınıfı, Herman’ın kurgusuyla söylersek, artık ortak çıkarların bilincinin birleştirdiği bir sınıf değil, elindekilerin alınmasına direnme gücü olmayan, ancak “bandosu”nu bir arada tutmaya çalışan bir topluluktur.

Teşbihte hata mı? Evet, var… Buna geleceğim, ama önce paralelliklerin dökümüne bakalım.
Şöyle: Birincisi, madenciler grevinde olduğu gibi, Tekel direnişinin öncesinde de işçi sınıfının bütün mevzilerine karşı sistemli ve yıkıcı bir saldırı vardır. Madenciler grevinde olduğu gibi, Tekel direnişinin öncesinde de işçi sınıfının bir sınıf olmaktan çıkarılması, yani parça parça ederek boyun eğdirme stratejisi görülmektedir. Madenciler grevinde olduğu gibi Tekel direnişi öncesinde de, sermaye düzeninin her saldırısını daha da şiddetli atakların izlemesi, yani gerilimin adım adım tırmandırılması söz konusudur.

Şimdi teşbihteki hataya gelebiliriz: Birincisi, 1984-85 grevi Thatcher hükümetinin tarafından, sendikaların belini kırmak ve bir ölçüde de 1974’te Heath hükümetini düşüren madencilerden intikam almak üzere provoke edilmiştir. AKP de Tekel’de işçilerini “provoke etmiş”, ancak ortaya böyle bir direnişin çıkmasını öngörmemiştir. Öngörüsü işçilerin provokasyon karşısında sessiz kalması, biat etmesi yönündedir, çünkü son yirmi yıldır Türkiye’de sermaye düzeninin alıştığı budur.
İkincisi, Thatcher’in madenciler grevini provoke etmesi, bu operasyonun işçi sınıfının parçalanması yönünde taşıdığı potansiyelin farkına varmasıyla ilişkilidir. AKP ise sınıfın bölünmüşlüğünü zaten verili almıştır ve Tekel direnişi sınıfı parçalayan değil, aksine bütünleştiren bir potansiyeli açığa çıkartmıştır.

Üçüncüsü, Thatcher, grevin ezilmesiyle sınıf örgütlerini ortadan kaldıracağını veya denetim altına alacağını düşünmüştür. AKP ise sınıf örgütlerinin zaten “yok” noktasında olduğu bir dönemde saldırmaktadır ve Tekel direnişi, yeni sınıf örgütlerinin boy atma şansını güçlendirmiştir.
Bu noktada girişteki meseleye dönebilir ve şu soruyu bir kez daha sorabiliriz: Tekel işçisinin 1984-85 İngiliz madencileriyle aynı kaderi paylaşmasının önüne nasıl geçilecek? Ya da, Korkut Hoca’nın deyişiyle, “bu senaryonun tersine tepmesi” nasıl sağlanabilir?

Yukarıda saydığımız noktalar, şimdiye kadar direnişin içine doğduğu nesnelliğin farklılıklarına işaret ediyor. Ama bunlar yeter şart oluşturmaz. Kanımca direnişin öğrettiği bir başka noktaya daha işaret etmek ve yığınağı buraya yapmak gerekmektedir. Tekel direnişinin en önemli derslerinden bir tanesi, AKP’nin saldırılarına karşı saldırıyla yanıt verilmiş olmasıdır. Örneğin “4-C’yi iyileştirdik, daha ne istiyorsunuz?”un yanıtının işçiler tarafından “4-C’yi al başına çal” şeklinde verilmesi, “karşı saldırı”dan ne kastettiğimi yeterince iyi anlatmaktadır.

O halde bu stratejinin yalnızca Tekel’de değil, bir bütün olarak AKP iktidarına karşı mücadelede geçerli olduğunu bilmek gerekiyor. Korkut Hoca’nın anımsattığı gibi, 1989 Bahar Eylemleri bir süre sonra Çankaya’nın işçi düşmanı şişmanını hedeflemişti. Şimdiyse Çankaya’nın işçi düşmanı yobazlarını hedef tahtasının merkezine çakmak ve nefes aldırmamak zamanıdır.