Kahire Nutkuyla Ayranı Kabaranlar

Bir Amerikan gazetesinde Obama'nın Kahire Üniversitesi'nde verdiği nutka ilişkin, "konuşmanın esas mesajı Obama'nın kendisiydi" yorumu getiriliyordu. Kahire nutkunun özeti şudur diyebiliriz: Obama bir kez daha "ben Bush değilim" dedi.

Obama'nın içinde yaşadığımız coğrafyada yeniden Amerikancı bir yükselişi harekete geçirme potansiyelini hiç küçümsemiyorum. Ama asıl ürkütücü olan, bu yeni Amerikancı dalganın üzerine bindiği meşrulaştırma girişiminin bu denli kaba ve basit olmasıdır. "Esselamun aleyküm, ben Obama" demek yetiyormuş... Siyaset alanı, dinsel ve etnik kimliğin referans sistemi içine sıkıştırıldığı sürece, bu çerçeve içindeki aidiyetlerin pohpohlanması meşruiyet kazanmak için yeterli oluyor. Liberalizm, kendisini kimlikler havuzunda eritmekteki başarısı sayesinde aynı referans sisteminin dışına düşen değer, kavram ve deneyimleri itinayla gayrımeşru ilan ediveriyor.

Bu yeterince açık olmadıysa, Taha Akyol'un birkaç gün önce yazdıklarına bakılmasını öneririm. "Seçkinci" Fransız laisizminden kopmalı, toplumu olduğu gibi alan Anglo-Sakson sekülarizmine alışmalıymışız. Yani laikliği toplumun verili dinselliğine göre tanımlayacağız. Talep neyse arz da o kadar olsun, yoksa denge bozulur...

Emperyalizm açısından işler gerçekten bu kadar basitleşti mi? Birkaç ayetten alıntı, ABD de aslında müslüman bir ülke masalları anlatmak, "may peace be upon him" gibi sözlerle yaltaklanmak vesaire, geniş yığınların ayranını kabartmaya yeterli mi?

Sorunun cevabını Obama'nın kendisi konuşmasında vermiş sözler değil eylemler önemlidir demiş. Gerçekten eylemler önemlidir ve kırk beş dakikalık konuşmada, daha doğrusu zat-ı muhteremin başkan adaylığından beri yaptığı konuşmalarda sarfettiği değişim sözlerinin, kendisinin atıfta bulunduğu kriterle bakıldığında Bush dönemi politikalarından bir kopuşu ifade etmediğini biliyoruz. Filistin meselesini ele alın İsrail'e sonsuz katliam özgürlüğü tanınmasıyla şu ya da bu biçimde "çözüm projeleri" ve direnişin içeriden fethedilmesi çabaları hep bir arada bulundu. İran'a karşı savurulan saldırı tehditlerinin yanı başında hep mollalara yönelik "uzlaşın" çağrısı yer aldı. Örnekler çoğaltılabilir.

Bush idaresiyle süreklilik sadece bu dönemin meselesi de değil. Hiç değilse Reagan'dan beri devam eden bir süreklilikten bahsetmek durumundayız. Sertleşme ve yumuşama dönemleri, türlü biçimlerde hep gündemde oldu. Değişmeyen konu ise siyaset uzayının göbeğine din ve etnisite vektörlerinin yerleştirilmesiydi.

Bush dönemi, "meşru müdafa hakkı"na eriştiğini ileri sürerek dizginlerinden boşalan ABD'nin kayaya toslaması nedeniyle bir meşruiyet kaybını temsil etti. Emperyalizmin asıl "kayıp" saydığı, işgal altındaki halkların direncini istediği ölçüde kıramamış olması. Bugünse kendisini gemlemeye değil, burnunu kayaya toslamamaya yeminli bir emperyalist idare söz konusu.

İşgalse işgal, uzlaşmaysa uzlaşma... Ama ne olursa olsun, ABD egemenliğinin devamlılığının sağlanması gerek şart olarak başa yazılacak.

Uzlaşma arayışı veya vurgusunun kaynağını da burada aramak gerekir ve bu da yeni değil, ABD hegemonyasının hiç değilse son kırk yıldır gündeminde olan bir konudur. Altmışlı yılların sonlarından itibaren içeride tüketim harcamaları, dışarıda savaş harcamaları tırmanan ABD, mali aşırılığını dünyanın geri kalanının şartsız desteğini "temin ederek" sürdürdü. Doğu Asya'nın ucuz emekgücü kaynaklarını ABD piyasasıyla birleştirmekle yükümlenen Japonya merkezli sermaye birikimini, aynı mali aşırılık sürükledi. Doğu Asya ve Avrupa merkezli sermaye birikimi, "korunma" maliyetlerini dışsallaştırarak ve ABD'nin "sınırsız" genişlemesinden yararlanarak ilerledi. ABD emperyalizmi ise hem dünya jandarmalığı görevini üstlenerek hem de para sermaye dolaşımının dizginlerini elinde tutarak bu iki merkezle arasında simbiyotik bir ilişki kurmayı başardı.

İçinden geçtiğimiz derin kriz, bugün olmasa bile yakın gelecekte bu simbiyotik ilişkinin bozulmasını beraberinde getirebilir. ABD'nin bu uzun süreli mali aşırılığı her iki boyutuyla -dışarıdan ucuz geçim araçları temin etmek ve savaş yapma maliyetlerini yüklenmek- devam ettirmesi olanağı kalmamıştır. Ancak bu durum, artık yavaş yavaş ön plana çıkmaya başlayan "yeniden yapılanma" tartışmaları çerçevesinde emperyalist odaklar arasında yeni bir Amerikan uzlaşısının tesis edilmeye çalışılacağını da ifade etmektedir.

Mevcut simbiyotik yapının yeni bir çerçevede yürütülmesine ilişkin arayışların emperyalist odakların türlü toplantılarında gündeme geldiğini biliyoruz. G20 Zirvesi'nde Örneğin IMF'nin küresel bir merkez bankası gibi çalışmasını ima eden tartışmaların, Bilderberg toplantısında aynı kuruma uluslararası Hazine Teşkilatı rolü bahşetmek şeklinde genişletildiğini okuyoruz. IMF'nin Özel Çekme Hakları (Special Drawing Rights - SDR) temelinde bir dünya para sisteminin kurulması ile doların uluslararası rezerv para işlevini sürdürememe olasılığı karşısında, örtülü bir dolar-euro sistemi kurulması tartışılıyor. Olur veya olmaz, bu ayrı konu. Ama arayışın emperyalist bloklar arasındaki uzlaşmayı tahkim ederek, ABD hegemonyasını bir yumuşak inişten sonra sürdürmek yönünde olduğu açık.

Bunun için ABD'nin, bağımlı ülkeler kuşağı üzerindeki denetimini ve "meşruiyeti"ni güçlendirmeye ihtiyacı var. Çünkü bu ve benzeri düzenlemeler, bugün Doğu Avrupa örneğinde gördüğümüz gibi, bağımlı ülkelerin önemli bir kısmını perişan ediyor ve etmeye devam edecek. ABD'nin sürecin yaratacağı çalkantıları kontrol edebildiğini göstermesi, diğer emperyalist odakları hem sıkıştırabilmesi hem de ikna edebilmesi için zorunlu. Dahası ABD'nin dünyanın devlet ve savaş-yapıcı.egemeni olmayı sürdürdüğünü ortaya koyma gereksinimi söz konusu. Çünkü bu işlev ABD'ye, örneğin Doğu Asya merkezli sermaye birikiminin kendi yolunda gitme eğilimlerini köreltme ve denetim altında tutma gücü kazandırıyor.

Öyleyse Obama'nın Kahire nutku, esas olarak diğer emperyalist odaklar nezdinde ABD'nin meşruiyetini artırma çabası içinde bir yere oturuyor. Doğu halkları bu sürecin ve yapılan ve yapılacak olan düzenlemelerin nesnesinden başka bir şey değildir.

Bu tip bir meşruiyet arayışının Doğu'nun yoksul yığınlarına "eylemler üzerinden" kendini kabul ettirmesi olanaksız. Emperyalizmin merkezde kendisini konsolide etme arzusu, bu coğrafyadaki eylemlerinin esas karakterini yıkıcı kılmak durumunda. Sefaletten, savaşlardan, işgallerden, aşağılanmadan yılmış, ama bahsettiğimiz anlamda kimliklerini meşru sanan insanların Batı kapılarına dayanması onları içinde yaşadıkları dünyanın gerçekleriyle yüz yüze getirmiyor mu? Öyleyse Yunanistan'da yaşananlar ne?

Dolayısıyla, "ben Obama'yım" yetmez. Yoksulların ayranı bu mesajla bir süreliğine kabarsa bile üç gün sonra emperyalizmin "eylemleriyle" söner, söndürülür. O halde sağın ideologlarına iş çıktı demektir. ABD'nin meşruiyet alanı daraldıkça onu yeniden genişletmek zorundalar. Fehmi Koru'nun, Yasemin Çongar'ın, Cengiz Çandar'ın, Taha Akyol'un ve aynı soydan diğerlerinin Kahire nutkundan sonra sergiledikleri esriklik, "yine bize iş düştü" coşkusudur. Esas ayranı kabaranlar onlardır ve söndürmek de bize düşmektedir.