İflas Etmek İçin Çok Büyük, Saldırmak İçin Çok Güçlü

Son iki haftadır The Economist, Financial Times gibi mali sermaye tekellerinin önde gelen yayınlarına bir şeyler oldu, dillerinin ayarı kaçtı. Örneğin iki hafta önce The Economist’in kapak yazılarından bir tanesi “zenginlerin utancı” ya da çeviriyi biraz zorlayacak olursak, “zenginler bozum oldu” başlığını taşıyordu. Geçtiğimiz hafta içinde Financial Times yazılarından bir tanesi ise “Wall Street için geri ödeme zamanı”, ya da yine biraz zorlamayla “Wall Street’ten intikam alma zamanı” cümlesiyle açılmaktaydı. The Economist’in bu haftaki kapak yazısının başlığı ise “Hafif Glass-Steagall”…

Bahsedilen yazıları hepsi aynı konu hakkında: Obama’nın bankalarla ilgili getirdiği son düzenlemeler…

Bir hafta arayla iki plan açıklandığını anımsatalım. Önceki hafta ilan edilen ilk plan, Sorunlu Varlıklardan Arındırma Programı (TARP) kapsamında finans sektörüne pompalanan fonların bir kısmını kurtarmak üzere yükümlülükler üzerine konulan bir vergi ya da tam adıyla “Mali Kriz Sorumluluk Harcı” idi. Bu plandan 117 milyar dolar gelmesi bekleniyor ve verginin on yıl boyunca yürürlükte kalması öngörülüyor.

İkinci plan ise geçtiğimiz Perşembe ilan edildi ve banka büyüklüklerini sınırlamak ve riskli mali işlemlerle geleneksel bankacılık faaliyetleri arasına bir çizgi çizmek gibi iki boyutu bulunuyor. İkinci boyut, bankaların varlık yönetimi şirketlerine veya koruma fonlarına sahip olmalarına yasak getirilmesi anlamına geliyor. Ayrıca bankaların kendi sermayelerini kullanarak hisseli alışverişlere girmelerine de kısıt getirileceği söylenmekte. Bu açıdan plan, Büyük Bunalım döneminde (tam olarak 1933’te) çıkartılan ve yatırım bankacılığıyla ticari bankacılığı birbirinden ayıran Glass-Steagall Yasası’nı anımsatan özellikler barındırmakta. Glass-Steagall Yasası’nın 1999’da Clinton’ın imzasıyla yürürlükten kaldırılmış olduğunu da hatırlatalım.

Birinci boyut ise, daha önce bankaların toplam mevduatlar içindeki payının yüzde 10’u aşmasına engel olan uygulamanın diğer yükümlülükler için de geçerli kılınmasını anlatıyor. Bunun amacının da bankacılık sektöründe yoğunlaşmayı önlemek olduğu belirtiliyor. Hâlihazırda en büyük dört banka sanayi sektörüne ait varlıkların yarıdan fazlasını elinde tutmakta.

The Economist, Financial Times gibi yayınlardaki hem alaycı hem de belli açılardan alarmist dilin sebebi ne olabilir?

Bir dizi nedenle alaycı olduklarını düşünebiliriz: Birincisi, bunalımın başlangıcından bu yana mali sektöre öylesine büyük kaynaklar aktarıldı ki, yukarıda bahsettiğimiz birinci planla yapılan olsa olsa kepçeyle verip kaşıkla geri istemek olarak nitelenebilir. Büyük bankalar 2009’da kriz öncesi kârlılıklarına geri döndüler. Bloomberg’in yaptırdığı bir ankete göre ABD halkının yüzde 64’ü bankaların kurtarılmasının bir hata olduğunu düşünmekteymiş. Bunalım döneminin rekor kârları bir bir açıklanmaya başlayınca, Obama’nın dış politikada zaten çizilmiş olan karizmasına derin bir çizik daha atılmış olacak. O nedenle “reform prensi Obama bankalarla kavgaya başladı” mitine ihtiyacı var.

İkincisi, The Economist’in deyişiyle “hafif” Glass-Steagall’ın bir açıdan izana sığar bir tarafının bulunmaması. Sebebini bizzat Obama kendisi dile getirdi: “Amerikan mükellefleri bir daha hiçbir zaman iflas etmek için çok büyük bir banka tarafından rehin tutulamayacak”… The Economist bu ifadeyle dalga geçerek, “bu iddianın mantıksızlığı planın potansiyel etkisine gölge düşürmemeli” diye yazdı.

Neden mantıksız? Otuz senelik neoliberal dönem yokmuş gibi davranınca gerçekten yok olmuyor da ondan. Bunalımla beraber fiktif sermaye buharlaştı, ama bu boyutlarda fiktif sermayenin yaratılmasına olanak veren mekanizmalar, “finansal inovasyonlar”, ortalık yerde duruyor.

Dahası Obama’nın “hafif” Glass-Steagall’ın lansmanını “Volcker düsturu” diye yapması bir başka ironi ve ister istemez müstehzi yorumları çağırıyor. Carter ve Reagan dönemlerinin merkez bankası başkanı Paul Adolph Volcker, neoliberal ideolojinin belki de en önde gelen teknokratlarından biri olmanın yanı sıra, Glass-Steagall Yasası’nı büyük ölçüde kadük eden Mevduat Kuruluşlarının Deregülasyonu ve Parasal Denetim Yasası’nın da mimarı. Bu yasa bankalara birleşme izni veriyor, Glass-Steagall Yasası’nın getirdiği mevduat faizi oranlarını düzenleme yetkisini ortadan kaldırarak, piyasanın, yani finans tekellerinin belirlenimine bırakıyordu. Şu anda 83 yaşında olan Volcker, şimdi bankaların varlık yönetiminden çekilmesinin avukatı kesilmiş durumda ve Başkanının deyişiyle “Volcker düsturu”nu kurmak için canhıraş uğraşıyor. “İflas etmek için çok büyük” mali tekellerin yaratılmasından birinci derecede sorumlu olan adam şimdi bankalara karşı…

Obama hükümetinin dış politikasının başında ise, Glass-Steagall Yasası’nın yürürlükten kaldıran Gramm-Leach-Bliley Yasası’nın altında kocasının imzası olan Hillary Clinton var. Bu kadro mu bankalara savaş açacak? Bir açıdan The Economist vs. bile kendini tutamıyor ve “hadi canım” diyor.

Peki, her şeye karşın “alarmist” bir tonlama neden var? Çünkü bütün siyasi yatırımını “reform” söylemine yapan Obama’nın inandırıcılığının korunması gerekiyor. İnandırıcılık, mali piyasalarda oluşan köpükleri tahliye etmenin daha az yıkıcı yollarının bulunmasını da gerekli kılmakta. Bu bakımdan, reformcuların düzen içi referans noktası Büyük Bunalım sonrası düzenlemeleri olabiliyor. Koruma fonları ve varlık yönetim şirketlerinin bankacılık sektöründen ayrılması, bunların mali köpüklerin kontrollü bir biçimde patlamasını sağlayacak mayın eşeklerine dönüştürülmesi anlamına gelmekte. Bu arada mali tekellerin, “bunca yıldır bu işlerden muazzam paralar kazandınız, ama böyle gitmiyor” argümanına ikna edilmesi gerekli.

Emperyalizmin doğasında, kendi evlatlarına söz geçirebilmek için türlü tehdit ve ödül mekanizmalarının devreye sokulması var. Ödül verildi, daha da verilecek kuşkusuz... Tehdit, “bu iş böyle gitmiyor” argümanıdır ve bunu somutlayan unsurlardan bir tanesi de düzenli olarak pompalanan tehdit algısıdır.

Yani İran, Rusya ve Çin… Son birkaç haftadır bunlardan sonuncusunun ön plana çıkması bir tesadüf değil. Doğrudan “saldırmak için çok güçlü” Çin’in bir tehdit unsuru olarak gündemde tutulması, emperyalizmin kendi iç dengeleriyle oynamak amacıyla da kullandığı bir kaldıraç işlevi görmekte.

Öyleyse Obama’nın “bankalarla kavgası”, iflas etmek için çok büyük mali tekelleri memnun edecek düzeyde bir militarizasyon hamlesine ivme kazandırmak anlamına geliyor. Alarm zilleri “tehdit var, tehdit var” diye çalıyor…