Halk bu müziği neden benimsemedi?

Bu soru Murat Bardakçı'ya ait... Tartışma Türkiye'nin klasik batı müziğinde neden dünya çapında besteciler çıkartamadığı, “Musiki İnkılabı”nın neden başarısız olduğu ile ilgili. Takip etmeyenler için, tartışmanın Bardakçı ile Fazıl Say arasında gerçekleştiğini belirteyim. Bazı ayrıntılarına aşağıda değineceğim.

Bardakçı'nın argümanı tam olarak, kendi cümleleriyle, şu şekilde:

“Türkiye'nin 'Musiki İnkılâbı'nın üzerinden bu kadar uzun seneler geçtikten sonra, hiçbir zaman ciddî şekilde kabul görmemiş birkaç bestecisini bir çevrede kendi kendine reklam etmeyi bir tarafa bırakıp dünya çapında kompozitör çıkartamamış olmasının sebebini artık açıkça tartışması gerekiyor.

Eksiklik nerede ve kimde? 1930'larda ekonomisini tahıl ihraç ederek ayakta tutmaya çalışan Türkiye o zamanların bütçesinde önemli bir yer tutan 'Musiki İnkılâbı' yatırımını yanlış kişilere ve yanlış politikalara mı yaptı? Başarısızlıkta memleketin geleneksel müziklerine dudak bükmenin tesiri oldu mu? Sadece 'mecburî hizmet' gereği eser veren besteciler yetiştirmekten niçin bir türlü kurtulamadık?

Ve, en önemlisi: Halk, bu müziği neden bir türlü benimsemedi?”

Burada üzerinde durmak istediğim konu Türkiye'nin dünya çapında besteciler çıkarmayı başarmış olup olmadığı değil. Bu konuda kendimi ehil görmüyor, Fazıl Say'ın Ulvi Cemal Erkin ve Adnan Saygun'un büyük besteciler olduğuna dair sözlerini bir veri olarak kabul etmek durumunda olduğumuzu düşünüyorum.

Bardakçı'nın ortaya attığı “soru” ile şu nedenle ilgileniyorum: Buradan yeni egemen ideolojinin nasıl imal edildiğine dair bir çerçeve çıkartmak mümkün görünüyor.

Birinci adım: Mutlak varsayımlara dayanan bir dizi önerme, herkesin bildiği ve benimsediği önermelermiş gibi ortaya atıldıktan sonra “hodri meydan, buyurun tartışalım” denilmesi...

Örneğimizde bu varsayımlar şunlardır: 1) Türkiye'den dünya çapında bir besteci çıkmamıştır 1930'lardan itibaren yetişen besteciler dünya çapında kabul görmemektedir, 2) Cumhuriyet'in ilk yıllarında geleneksel müziğe dudak bükülmüştür, 3) bu dönemde yetişen besteciler her şeyleriyle birer “devlet memuru”dur, yeteneksizdir, 4) bu yeteneksiz “devlet memurları”na bütçeden büyük miktarlarda kaynak aktarılmıştır, 5) “Türk halkı” klasik batı müziğini hiçbir zaman benimsememiştir.

Bu varsayımların ardından ise “soru” görünümü altında hasımlara “hodri meydan” denilmektedir (burada bunları soru olarak değil, argüman olarak sıralayacağız): 1) Bu durumdan 1930'larda uygulanan yanlış politikalar sorumludur, 2) geleneksel müziğe dudak bükülmesi bu yanlış politikaların geliştirilmesinin nedenlerinden biridir, 3) halk, “devletin vesayeti”yle yaratılan bu müzisyen bozuntularına ve kendisine yabancı olan bu müzik türüne bu nedenle hiçbir zaman ısınamamıştır.

İkinci adım: Sıkılan argümanlar hasımlara değdikten sonra, aslında karşıdakinin de aynı varsayımları doğruladığı izlenimi yaratarak, “üst anlatı”nın pekiştirilmesi...

Örneğimizde Bardakçı, başka birçok şeyin yanı sıra Ulvi Cemal Erkin'in Köçekçe eserinin dünyada çok çalınan bir Türk capricciosu olduğunu da söyleyen Fazıl Say'ın kendisine verdiği yanıtın bu kısmını cımbızlayarak öncelikle “varsayımlarının doğrulandığını” göstermeye çalışıyor. Şöyle:

“[Fazıl Say] Son derece haklı... Köçekçe hakikaten güzel, hattâ sadece Türkler'in değil, yabancı dinleyicinin bile ilk defa işittiğinde hafızasında kalabilecek derecede güçlü melodileri olan, harikulâde bir eserdir.

Ama meselenin bir başka tarafı daha vardır: Köçekçe'nin nefis teması ve şâheser melodileri Ulvi Cemal Erkin'e ait değildir! Ulvi Cemal (...) asırlar boyunca icra edilmiş olan meşhur 'Karcığar Köçekçe'nin melodilerini orkestraya uyarlamıştır, o kadar!”

Yani Bardakçı'nın yöntemine göre Say'ın sözlerinden de “ancak geleneksel kültürden kaynaklanan eserlerin değerli olacağı” sonucu çıkmaktadır. Say'ın, kendisini doğrulamak dışında sorulan “sorulara” bir cevabı yoktur. Burada “doğrulanan önerme”nin yeniden dile getirilmesi (bu kez ünlem işaretleriyle güçlendirilmiş olarak) gerekir: “Kimse kusura bakmasın, tekrar söyleyeceğim: Cumhuriyet tarihi boyunca harcanan emeklere ve yapılan masraflara rağmen dünya çapında bir kompozitörümüz yoktur! 'Musiki inkılâbı'mız başarısız olmuştur ve 'Kuzguna yavrusu hoş gelir' misâli hayranlık krizlerine girmek yerine başarısızlığın sebeplerinin artık dürüstçe tartışılması gerekir!”

Buradan çıkan üst anlatı ise şu şekilde ifade edilebilir: Vesayetçi devlet anlayışının halkın kültürüne yabancı zorlamaları mutlak bir başarısızlıkla sonuçlanmış, bu zorlamalar uğruna boş yere bazı yeteneksizlere kamu kaynakları akıtılmıştır. Kaynağını geleneksel kültürden almayan bütün girişimler zorlamadır, yabancıdır. Türkiye'de kültürel alanın gelişememesi vesayetçi anlayışın bir sonucudur. Halen ülkemizde bunu kabul etmeyen bir takım kendini bilmezler bulunmaktadır. Gelişmenin önünün açılması için öncelikle bu kendi bilmezlerin defteri dürülmelidir.

Üçüncü adım haliyle kendini bilmezlerin “defterinin dürülmesi” oluyor. Elbette bu adımda düzey iyice düşecek, üst anlatı kristalize olacak ve ideolojileşecektir. Buradaki hedef karşı tarafın bir hezeyan içinde olduğunu ve “normal dışı” davranışlar sergilediğini göstermektir.

Bardakçı örneğinde 8 Kasım'da başlatılan “tartışma” 29 Kasım'da “Fazıl Say gibilerine günah bile yazılmaz” başlıklı yazıyla tamamına eriyor. Başlık yeterince açıklayıcı, ancak yazının son kısmında kısa bir alıntı yapmadan geçemeyeceğim.

“Böyle bir ruh hâli içerisindeki kişiye ne dersiniz? Mevlânâ'nın 'Divânerâ kalem nîst' sözünü hatırlayıp 'Bu gibilere günah bile yazılmaz, ne yapsa yeridir' deyip geçer misiniz yoksa mesajındaki 'Amcaaaa! Yukarı mahalledeki ağabeye sapanla taş atmıştım, galiba beni dövecek, haydi, beraberce gidip önceden biz onu dövelim' misali çocukluklarına ve aczine bakıp 'Cevap vermeye değmez' mi dersiniz, kararsızım...”

Tarihe ve müziğe dair bu tartışma fazla tali bulunabilir. Murat Bardakçı'nın sözlerinin bir kısmına hak verenler de çıkacaktır. Bunlara bir itirazım yok. Üzerinde durmak istediğim mesele, başta belirttiğim gibi, Türkiye'de çoktandır yaratılmış olan belirli bir üst anlatının ideolojileşme sürecidir. Bu süreç, örneğin, Türkiye'nin en önemli müzisyenlerinden bir tanesinin müzik hakkında dahi sesini kesmeyi hedeflemektedir. Dahası Kemalizmin eklektik girişimlerinden kaynaklanan açıkları kendi anlatısının şekillendirilmesinde bir yükseltici olarak kullanarak, aydınlanmacılık düşüncesinin kendisine saldırmakta, onu yabancılaştırmaktadır. Buradan daha yaşamsal konulara yürünebilir. Bunlardan bir tanesi, aydınlanmacı mücadelenin nasıl yürütülmesi gerektiğine dair çıkarılacak sonuçlardır ve bu, örneğin, son haftanın “üniversiteler, gençlik, özgürlükler” başlığıyla pekala ilişkilendirilebilir.

Ele aldığımız örnekte kanımca aydınlanmacıların yola “bu müziği benimseyen bir halk nasıl yaratılır?” sorusundan çıkması gerekir. Halkın bu müziği benimseyen kesimlerinin de olduğunu bilerek ve onlara güvenerek bu müziğin kitleselleşmesinin bir örgütlenme ve eğitim sorunu olduğunu tartışarak bu müziği icra eden, üreten aydınlara halka karşı sorumluluklarını anımsatarak ve onların sesini güçlendirerek yol alınabilir. Kuşkusuz Tanburi Murat Bey bunları fazla Jakoben bulacaktır...