Erdoğan’ın “kumanda ekonomisi”

Soğuk Savaş döneminin anti-Sovyetik propagandasının en fazla başvurduğu sloganlardan bir tanesi planlı ekonomilerin birer “kumanda ekonomisi” olduğuydu. Esasen iktisadi faaliyetin emekçi kitlelerin katılımı ve iradesiyle bilinçli olarak koordine edilemeyeceği varsayımını bir dogma düzeyine yükselten bu propaganda, sosyalizmin siyasi yapısının da “totaliterlik” kavramıyla karalanmasıyla bir bütünlük oluşturmaktaydı.

“Totaliter tek parti diktatörlüğü” ve onun “kumanda ettiği” bir ekonomik düzen… Yaklaşık kırk beş yıl boyunca Batı’da anti-komünist propagandanın iki sacayağı olan bu unsurlar, tersinden piyasanın kör güçlerine bir zorunluluk atfedilmesinin ve çoktan koca bir yalana dönüşmüş olan “temsili demokrasiye” en yüce siyasi rejim payesi bahşedilmesinin de gerekçeleri haline getirildi.

Sovyetler Birliği çözüldü ve “kumanda ekonomisi” sözüne artık günlük gazetelerde, akademik yazında vs. pek rastlamaz olduk. Ancak Sovyetler Birliği’nin çözülüşüyle azdıkça azan tekellerin, kitleleri hallaç pamuğu gibi attığı hakiki bir kumanda ekonomisinde ve yığınların sürüleştiği gerçek totaliter rejimler altında yaşıyoruz artık…

Bunlar hep vardı ve on yıllar boyu aslında kendi imgesini sosyalizme yansıtarak emekçilerin iktidarını karalayan emperyalizm, Sovyetler Birliği çözüldükten sonra sessiz sedasız özüne sahip çıktı. Nasılsa artık yığınları sürüleştirmenin önündeki bütün barajlar yıkılmıştı o halde kitlelere kumanda eden güçlerin de alabildiğine serbest bırakılmasının hiçbir engeli bulunmamaktaydı.

Bunları biliyoruz ve bildiklerimizi bir soruyla birleştirerek Türkiye’de oluşturulan kumanda ekonomisini anlamakta kullanabiliriz. Soruyu Güngör Uras’ın 4 Ekim’de Milliyet’te yaptığı bir tespitten türetmek mümkün. Tespit şu: “ ‘Cari açık sürdürülemez... Sıcak para devamlı gelmez. Bir gün kaçar... Dolar fiyatı tırmanışa geçer...’ diyerek yıllardır korkuyoruz, yazıyoruz, çiziyoruz... Ama, sekiz yıldır cari açığa rağmen sıcak para girişi sürüyor. Dolar bol ve de 1,50 TL dolayında... İyimserler haklı çıkıyor!”

O halde soru şu: Nasıl oluyor da pamuk ipliğine bağlı olduğu bilinen bir yapı sekiz yıldır sürdürülebiliyor?

Kanımca bu sorunun cevabı AKP iktidarıyla birlikte Türkiye’nin bir kumanda ekonomisine dönüşmüş olmasıdır. “Başkumandan” da Tayyip Erdoğan’dır.

Erdoğan, sermaye sınıfı üzerinde de mutlak bir egemenlik mi kurdu? Hayır… Erdoğan siyasi iklimi hızla totaliterleşen bir ülkede sivrilen bir rol oynama inisiyatifi kazandı. Bu Erdoğan’ın ve partisinin “sermaye sınıfına rağmen” ipleri eline aldığı anlamına gelmez. Başka bir deyişle Erdoğan, bir tür Bonaparte değildir. O halde “başkumandanlığı” ne anlama geliyor?

Erdoğan, aşağı yukarı son yirmi senedir süren bir birikim mantığının devamlılığını sağlıyor. Ancak böyle bir devamlılığın sağlanabilmesi, Türkiye’nin her şeyiyle teslim olmasını ve bu teslimiyet sürecini yönetecek bir siyasi figürün ortaya çıkmasını gerekli kılıyordu. Erdoğan işte bu teslimiyetin “başkumandanlığını” yapmaktadır.

“Sekiz yıldır nasıl oluyor da bunca cari açığa rağmen sıcak para girişi sağlanabildi?” sorusu bir yanıyla yanlış bir sorudur. Nedeni basit son sekiz yılda Türkiye ekonomisine sürekli bir sıcak para girişi gerçekleşmedi. Korkut Boratav soL portaldaki yazılarında bunu defalarca kez ortaya koydu 2008 kriziyle birlikte ciddi bir sıcak para çıkışı yaşandı, ancak bu çıkış 2001’de olduğu gibi ağır bir devalüasyonu, faizlerin patlamasını vs. beraberinde getirmedi. Bunu sağlayan faktörlerden bir tanesi, yine Korkut Hoca’nın açığa çıkarttığı, kayıtdışı kaynak girişleriydi.

Emperyalizmin Türkiye’ye böyle bir kredi açmasında Erdoğan ve partisinin açtığı teslimiyet bayrağını düşürmemesinin işlevi yadsınamaz. Bu sayede milyonlarca emekçinin muazzam bir hızla yoksullaşmasının üzerini “kriz bizi teğet geçti” zevzekliğiyle örtmeye cüret edebildiler ve bu sayede tekeller kulübüne “bertaraf olursunuz” diye ayar verebildiler. Ve emperyalizm teslimiyet karşılığında kredi açtıkça Erdoğan kumandanlık rolüne iyiden iyiye alıştı.

Referandum sonrasında “TL’nin değeri onurumuzdur. Biz TL’nin değerini düşürmeyeceğiz” buyuran Erdoğan’ın komutuyla ardı ardına mali sermayenin muhabbet tellalları Türkiye hakkında olumlu raporlar yayınlamaya başladılar. Tayyip Bey “Merkez Bankası rezervlerini 100 milyar dolara çıkarın” buyurdu ve sıcak para girişleri bir kez daha patladı. Ocak-Temmuz arasındaki net giriş 32 milyar dolar oldu dile kolay, sadece iki günde 1,5 milyar dolar sıcak para girişi gerçekleşti. Dolar 1,40 TL düzeylerinde sürünüyor. Maki tekeller “Türkiye krizden çok hızlı çıkacak” diyerek avuçlarını ovuşturmakla meşgul.

Diğer taraftan ABD'nin sıcak para girişlerini denetleme politikası izleyen ülkelere karşı bir gümrük savaşı başlatmaya hazırlandığını görüyoruz. Çin’in yuan’ın değerini düşük tuttuğunu uzun zamandır söyleyen ABD emperyalizmi, son olarak Çin hükümeti bu konuda köklü bir adım atmazsa bu ülkeyi “dampingci” ilan etmekle tehdit etti. Başka bir ifadeyle ABD, krizin tekrar derinleşme işaretleri gösterdiği bir süreçte cari fazla veren ülkeler üzerinde bir anti-damping politikası baskısı kurarak, yeni dönemde sıcak para hareketlerine direnen ekonomilerin süngüsünü düşürmeye çalışıyor. ABD’nin bu şekilde Çin’i dize getirme ihtimali çok az, ancak örneğin Latin Amerika’da bazı ülkelerin gardını indirme şansı var. Burada onlara gösterilecek bir örnek “başkumandanlık” mertebesine oturtulan Erdoğan’ın Türkiye’si oluyor. Dolayısıyla Erdoğan’ın taşıdığı teslim bayrağı, hemcinsleri için yakılan bir işaret fişeği olarak işe yarıyor.

Ancak bu durumda baştaki soruya geri dönmekteyiz: Erdoğan nereye kadar “kumandanlık” oynayabilir?

Şimdilik bir felaketten önceki son düzlüğün keyfini sürmekte olduğunu söyleyebiliriz. Erdoğan “rezervler artıla” diyor, sıcak para geliyor, faizler iniyor krizle birlikte dış borç ödemeye yoğunlaşmış sermaye çevreleri yeniden borçlanma yarışına giriyor, bankalar yeni sendikasyon kredilerinin peşinde koşuyor kur baskılanıyor ve kağıt üzerinde kişi başına milli gelir 10 bin doları aşıveriyor. Bunca yoksullaşmaya rağmen“zenginleşiyoruz” diyebilecekleri bir tablo olduktan sonra seçim ekonomisine ne gerek var?

O halde mali tekellerin “başkumandanlığa” yükselttiği zat için “nereye kadar?” sorusunun yanıtı belli: Seçime kadar gitsin, başkanlığın yolu açılsın, sonrası tufan…

Emekçiler açısındansa tufanın çoktan başladığı açık. O halde bütün mesele bu “kumanda ekonomisine” son verip, emekçilerin ipleri ellerine aldıkları planlı bir ekonomik düzeni kurmakta…