Emperyalizm Yunanistan’da çuvallar mı?

Christian Science Monitor adındaki sağcı bir Amerikan gazetesinin internet portalında bir süredir duran bir fotoğraf galerisi, “Yunanistan’ın borcunu ödemek için satabileceği ilk 10 şey” başlığını taşıyor. İlk olimpiyatların yapıldığı Olimpia’dan tutun Atina’nın simgesi Partenon’a kadar, bu küçük ülkenin kentleri, dağları, tarihi ve kültürel değerleri vıcık vıcık bir dil kullanılarak pazara çıkarılmış. Sorsanız, muhtemelen, “Biz onları Yunan turizmine katkı olsun diye koyduk, bu dönemde böylesinin ilgi çekeceğini düşündük” diyerek bu rezaleti savunurlar. Kısacası şakadır, şaka…

Daha önce bir başka küçük Avrupa ülkesinin, İzlanda’nın, ipini çektiklerinde bir aklı evvelin online pazarlama sitesi e-bay’de “satılık ülke” ilanı vermesi aklımıza geliyor, ama bunlara gülüp geçemiyoruz. Çünkü Alman Bild gazetesinde, “Yunanlılar tatlı hayat yaşadılar, şimdi de bizden para istiyorlar. Gitsinler adalarını satsınlar” şeklinde konuşan kodamanların sözlerinin hiç de mecazi olmadığını, şaka falan da yapmadıklarını gayet iyi biliyoruz.

Yunanistan’daki durum, bu gibi örneklerden hareketle düşünüldüğünde, emperyalizmin gerekirse ülkelere tarihini, toprağını, kültürünü, değerlerini kısacası namusunu sattıracak denli muktedir olduğunu düşündürüyor. Ancak komşudaki gelişmeleri soL portaldan takip edenler, Yunan emekçisinin bu küstahlığa karşı savaş açtığını biliyor olmalı. Zira bu satırları okuduğunuz saatlerde, artık neredeyse sürekli hale gelmiş olan genel grevlerden bir yenisi gerçekleşiyor olacak.

Yunanistan’da yaşanmakta olan gelişmelerin özellikler emperyalizmin bıraktığı boşlukları görmek açısından büyük önemi olduğunu söylemek için elimizde yeterince veri birikmiş bulunuyor. Örneğin Yunanistan’daki ilginç siyasi tıkanıklığın oluşmasında, ABD ve AB emperyalizmi arasındaki rekabetin önemli bir yeri olduğunu görüyoruz. Ekonomik krizin başlangıcında pek çoklarının düştü düşecek gözüyle baktıkları ABD hegemonyası, tüm rakiplerine karşı saldırıya geçmiş bulunuyor. Giderek bunun bir “son kavga” olduğu izlenimi güçleniyor.

Emperyalizmin her daim iç rekabetle malul olduğunu biliyoruz, ancak uzunca bir süredir sistemin rekabetçi karakteri baskın değildi. Artık bunun giderek baskın hale geldiğini söylemek mümkün görünüyor ve Yunanistan’a çekilen ABD operasyonunun bu durumun bir sonucu olduğunu düşünmek için birçok sebep var.

Şöyle sıralanabilir: Birincisi, ABD, dolar hegemonyasının yegane rakibinin zayıflıklarının farkında olduğunu ve gerektiğinde hassas noktalara vurmaktan çekinmeyeceğini ilk defa bu kadar açıkça göstermiş oldu. ABD, mali tahakkümünü sürdürebilmek için doların değerini daha fazla düşürmek zorunda ve bunu yaparken, önce rakibinin gardını bütünüyle indiriyor. Euronun dolar karşısında uzun zamandır süren değer kaybının devam edeceği haberlerinin artık kanıksanmış olması bir tesadüf değil.

Dahası ABD’nin uluslararası mali mimari üzerindeki belirleyici rolünün pek çok boyutu olduğunu da görüyoruz. Örneğin, Yunanistan’ın ve onu takip etmesi muhtemel İspanya, İrlanda, İtalya, Portekiz gibi ülkelerin borçlanma maliyetlerinin ne olacağı, büyük kısmı Wall Street’te üslenmiş kredi derecelendirme kuruluşlarının sunacakları raporlar tarafından belirleniyor. Büyük bir naiflik gösterip, bu kurumların ne ölçüde “objektif” olduklarını merak eden olursa, Morgan Stanley’nin Yunanistan’daki krizin tetiklenmesinde oynadığı role bakmasını tavsiye ederim. Tetiği çekiyor, sonra da not veriyorlar…

İkincisi, Yunanistan, AB’nin ABD’yi tehdit edebilecek bir güç olmaktan çıktığını ortaya koymuştur. Buna dair uzun uzadıya bir analiz yapmaya gerek yok yalnızca “Avrupa Para Fonu” tartışmalarından söz etmek bile yeterli... Geçtiğimiz hafta Almanya Maliye Bakanı Wolfgang Schauble’un, euro bölgesi için bir son kredi merci olarak kurulmasını önerdiği “EMF”, kendi başbakanı tarafından AB’nin temel anlaşmalarında değişiklik yapılmadan böyle bir adım atılmasının olanaksız olduğu gerekçesiyle reddedildi. Alman Merkez Bankası Başkanı ise öneriyi “şova yönelik” diye niteledi. Buradan çıkan sonuç açık: AB’nin, ABD müdahalesine dur diyecek mecali yoktur ancak esas oğlanın pisliğini toplamakla uğraşırlar.

Üçüncüsü, Yunanistan’la beraber son dönemde yaşanan bir dizi gelişme, ABD’nin uluslararası alandaki rakiplerinin bir siyasi doğrultuya sahip olmadıklarını ya da daha iyimser bir deyişle, çok uzun dönemli bir stratejiyle hareket ettiklerini göstermektedir. Yunanistan’a yapılan müdahalenin bölgesel gelişmelerden bağımsız olmadığını görmek için, bu ülkenin Avrupa pazarının hem antreposu hem de enerji nakil hattının düğüm noktası konumunda olduğunu anımsamak yeterli. Çin mallarının ve Rus gazının Avrupa’ya ana çıkış noktası ABD tarafından tutulmaktadır. Üstelik bu operasyon yalnızca Yunanistan’da değil, başka bir çerçeve içinde, Hint Okyanusu’nda ve Karadeniz’de de yürümektedir. Ağır provokasyonlara karşın Çin ve Rusya’nın net bir siyasi doğrultuya göre hareket ettiklerine işaret eden bir gelişme ise yoktur.

Peki, bütün bunları söyledikten sonra hangi boşluktan veya boşluklardan bahsediyoruz?

Örneğin, emperyalist güçlerin Yunanistan üzerinde tepişmesi, bu ülkedeki işçi sınıfı hareketini güçlendirdiğine tanık oluyoruz. ABD’nin her adımı planlayarak atmadığını, belirli zorunluluklara göre hareket ettiğini görmek için bu noktanın altını çizmek gerekiyor. Büyük ihtimalle şöyle akıl yürütüyorlar: “Yunanistan’da Komünist Parti’nin güçlenmesinin, işçi sınıfı hareketinin büyümesinin doğurabileceği sonuçları izole edecek araçlara sahibim.” Türkiye’yi, Romanya’yı, Bulgaristan’ı yeterince “hazır” tutabilirlerse, bu aklın iş görme şansı var…

Ama boşluklar da çok boyutlu. Örneğin, Rusya NATO’ya karşı Sovyetler Birliği döneminden bu yana geliştirdiği en agresif savunma politikasını ilan etmiş durumda. Çin ve Rusya’nın berrak bir siyasi doğrultuya göre hareket etmemesi, bu güçlerin ABD hegemonyası tarafından “kapsanabildiği” anlamına gelmez ve Rusya’nın Karadeniz ve Balkanlar’daki dengelerin bütünüyle aleyhine dönmesine seyirci kalmayacağı açıktır. Dolayısıyla Yunanistan’da yaşanacak gelişmelere karşı Türkiye, Romanya vesairenin hazır tutulması, bu hazırlığın yeterli olacağı anlamını taşımaz. O halde “gerekirse izole ederim” aklının duvara toslaması ihtimali hiç de küçük değil.

Bir başka boyut, ABD’nin uluslararası alanın bütününde “istikrar bozucu” bir mantıkla hareket etmesinin doğurduğu ve doğurabileceği sonuçlarla ilişkilidir. “Yapı”yla sürekli oynamak, yapının statiğini bozmaktadır. Bu duruma somut bir örnek olarak Ukrayna’yı gösterebiliriz. Avrasya’daki hegemonya mücadelesi için çok kritik olan bu ülkenin sürekli “müttefik” değiştirmesi, uluslararası sistemdeki oynaklıkların ne boyutlarda olduğuna ilişkin bir fikir vermelidir.

ABD’nin sekiz yıllık işgalin üzerine Irak’ta seçim sonuçlarını açıklayamaz durumda olması ve askerlerini nasıl çekeceğini halen bilememesi bir başka örnek olarak gösterilebilir. Üstelik en fazla “yatırım” yaptıkları Kuzey Irak, bugün başlarını en fazla ağrıtan coğrafya olmuştur. Bunu, Irak’taki işgal kuvvetlerinin komutanı Ray Odierno’nun, Kerkük ve çevresinde 1 Eylül’den sonra da muharip güç bulundurmaya mecbur olduklarını söylemesinden biliyoruz.

Bütün bunlardan çıkarılması gereken sonuç dünyanın nereye gideceğine dair fal bakmak olmamalıdır. “Nereye gidiyoruz” sorusundan daha önemlisi, “ne yapacağız” ve “ne yapabiliriz” sorularına verdiğimiz yanıtlardır. Emperyalizmin payandalarından bir veya birkaçının düşürülmesi, dünya-tarihsel öneme sahip, büyük değişimlerin yolunu açabilir. Boşlukları görmek bu payandalardan bir tanesini indirmek açısından önem taşımaktadır.

Yunan emekçileri bu konuda üzerlerine düşeni fazlasıyla yapmaktadır ve onlara omuz vermek için fazla vakit yoktur.