Dolmabahçe Mutabakatı kadük mü oldu?

Meşhur “Dolmabahçe mutabakatı” rafa kalkmıştı da haberimiz mi olmamıştı? Zira son haftanın gelişmeleri üzerine Genelkurmay Başkanı ve Kara Kuvvetleri Komutanı’nın başbakanlık konutuna yaptıkları üç saatlik ziyaretin sebebi, kimileri tarafından kurumlar arasındaki gerilimi azaltmak üzere yeni bir mutabakat sağlanması ihtiyacının hâsıl olmasıyla açıklanmakta.

Eğer durum buysa, Dolmabahçe mutabakatının pert olduğunu söylemek durumundayız. Gerçekten öyle mi?

İmzacıları Büyükanıt ve Erdoğan olan ilk mutabakatın anlamı teorik olarak şuydu: Türkiye’nin ABD’nin bölgesel planlarına uyumlu hale getirilmesinin önü elbirliğiyle açılacak, sürecin inisiyatifi AKP’ye bırakılacak, devlet aygıtı içindeki pürüzlerin ortadan kaldırılmasına yönelik direncin kırılmasına yardımcı olunacak.

Askerin bu konularda atabileceği adımların sınırları olduğu –ki bunların önemli bir kısmı bizzat kendisini ilgilendirmekte olduğu– biliniyordu ve önce Dolmabahçe’de, ardından Vaşington’da bu sınırların etrafından nasıl dolaşılacağına dair bir yol haritası çıkartıldı. Yol haritasının kuvveden fiile çıkışı Ergenekon operasyonuyla gerçekleştirilmeye başlandı ve egemen sınıf içinde Türkiye’yi bir arada tutabilecek yegâne kuvvetin AKP eliyle yürütülen proje olduğuna ilişkin bir uzlaşma sağlandı.

Mutabakat, egemen sınıf bloğunun bütününde dengelerin yeniden kurulması anlamına gelmekteydi: Devlet içindeki gerilimler, sermaye sınıfının iç dengeleri vb. hepsi bu kapsam içinde “yönetilecek” unsurlar arasında yer alıyorlardı.

Türkiye gibi bir ülkede bu denli çetrefilli ve çok boyutlu bir sürecin “gerilimsiz” idare edilmesi olanaksızdı. Dolmabahçe mutabakatını imzalayanlar, uzlaşmanın devletin çözülmesinin geride kalması ve çatışmasız bir sürece giriş anlamına gelmediğinin zaten ayırtındaydılar. Kaldı ki sürecin doğası, gerilim ve yeniden mutabakat diyalektiği tarafından yazılmakta. Her adımda yeni ve şiddetli gerilimler çıkacak, karşılıklı olarak kılıçlar kınından çekilecek ve sonunda “kurumlar arasındaki gerginlik sonlandırılmalı” sağduyusuyla yeni bir evreye taşınacak. Elbirliğiyle Türkiye’nin felaketini hazırladıklarını görmüyor olduklarını düşünmek imkânsız…

Yeni bir evreye girdiğimizin de, devletteki çözülmenin geride kalmadığının da işaretlerini görüyoruz. Evet, 2007 öncesinde değiliz. Dolmabahçe’de cemaatçilere vur emrini verenin omuzlarının boş olmadığını biliyoruz. Böyle bir mutabakat zabtı rafa kalkmaz, kalkamaz.

Ama gerilimin bitmesi, dedik ya sürecin doğası, eşyanın tabiatı gereği mümkün değil. “Hani Türkiye’yi bir arada tutacak proje?” Kan gövdeyi götürür, her adımda kontrolün kaybedildiği görüntüsü derinleşirken, bu soru 29 Ekim balosunda değil, firkateynin güvertesinden sorulabilir öyle yapıyorlar…

Ve cevap da gecikmiyor: Polise ağır silah alma izni kontrgerillanın ana karargâhına baskın ve mühürleme… Murat Yetkin iki gün üst üste Radikal’deki köşesinde, “ordunun koridorundan değil, doğrudan yatak odasından içeriye daldılar” diye yazıyor. Doğrudur, çünkü artık bu aşamadayız ve bunu Dolmabahçe mutabakatına borçluyuz. Dolmabahçe, devletin çözülüşü sürecinde nitel bir sıçramadır ve yok sayılamaz.

Ortada bir mutabakat varsa ve bu zemini veri alan gelişmeler yaşıyorsak, mevcut gerilimleri “yapay” mı sayacağız?

Düzenin iç dengelerini gündelik olarak sarsan bir sürecin iç momentlerine “yapaylık” atfetmek teorik bakışımızla tutarlı değildir. Dolmabahçe nitel bir sıçramadır, ama devletin çözülmesinin bir mutabakatla sona erdirilebileceği anlamına asla gelmez. Gelmediğini her gün bir yenisi patlak veren olaylar gösteriyor.

Örneğin Sincan Ağır Ceza Mahkemesi’nin Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’nın istiflediği dinleme kayıtlarına el koyma talebine taş koyan MİT’in aynı günlerde Erzincan Daire Başkanı, iki görevlisiyle birlikte gözaltına alınıyor. Sebep, İsmailağa cemaati iddianamesini hazırlayan savcıyla ilgili soruşturma...

Örneğin Genelkurmay Başkanı Trabzon’da “rahatsızız” dedikten bir hafta sonra, İnönü’nün ölüm yıldönümünde Fikret Bila’ya verdiği röportajda, “tabii ki sorunlar vardır ama bu sorunların çözüleceğine ve azalacağına ilişkin ümidimi koruyorum” diyor.

Arınç’a suikast girişiminin polis içindeki cemaat karşıtı “çetenin” hükümetle TSK’nın arasını açma çabası olduğunu söyleyen AKP’li vekilin, “evimin etrafını sivil polisler sardı, başıma bir şey gelirse sorumlusu Tayyip Erdoğan’dır” diyerek partisinden istifa etmesi bir diğer örnek.

Nihayetinde ortada bir mutabakat vardır. Ancak bu, yazılı şartları olan bir anlaşma değil süreç ancak egemen siyasetin diliyle yürütülebilir. Bir taraf, Mehmet Altan’ın söyleyişini Murat Yetkin’inkiyle birleştirerek ifade edersek, “yatak odasından suikast değil, darbe planı çıktı” diye feveran ederken, diğer taraf “hani bir arada tutacaktın” diye veryansın etmektedir. Sonra bir taraf cemaate sahip çıkayım derken fazla ileri giden bir kadrosunu feda ederken, diğer taraf ümitli açıklamalar yapacak: “Kurumlar arası gerilim mi? Şiir gibiyiz”...

Devletin çözülmesi, başka bir düzeyde ve bir üst çerçeveye kavuşmuş olarak gündemde kalmaya devam ediyor. Üst çerçeve Dolmabahçe’de çizildi, bundan kuşku duymuyoruz. Ama bu yetmiyor ve bundan da şüphe etmiyoruz. Gerilim, yeniden mutabakat ve emperyalizm tarafından Türkiye’nin masaya yatırılması aşamasına doğru sert bir geçiş sürecin diyalektiği budur.