Doğru soruyu sormayan yanar

Kaddafi’nin parçalanmış cesedini internet sitelerinde, televizyon ekranlarında izlerken doğru soruyu sormak zorundasınız, yoksa çok şey kaybedersiniz.

Ne mi?

Fransız Dışişleri Bakanı’nın “bu zorbalığın sonudur” açıklaması o parçalanmış ceset görüntülerinin bir parçasıdır. Alman Dışişleri Bakanı’nın “bu yeni bir başlangıç” sözü, Kaddafi’nin cesedinden sızan kan gibi, o kadrajın içindedir. Amerikan Başkanı “Libyalılar için uzun ve acı bir dönem kapandı” sözleriyle, Kaddafi’yi yaralı halde yakalandıktan sonra linç edenlerin arasındaki yerini almıştır. “Bu acı bir derstir” diyen Davutoğlu, Kaddafi’nin parçalanmış bedeninin etrafında dans edenlerin arasına karışmıştır.

Bu resme, bütün parçalarıyla birlikte bakıp, kendi kendinize “acaba bu gerçekten de yeni bir dönemin başlangıcı mı, Libya artık özgür bir ülke mi?” diye sorarsanız, yandınız. Özgürlüğünüzü kaybettiniz demektir.

Bu resme bakıp kendi kendinize “bu görüntüler korkunç, ama bir diktatörün sonunun böyle gelmesine niye üzüleyim?” diyorsanız, yandınız. Çünkü adalet duygunuzu yitirdiniz demektir.

Gazetelerde, televizyonlarda, internet sitelerinde çarşaf çarşaf yayımlanan görüntülere baktığınızda, aklınıza daha üç gün önce bir gazetenin kocası tarafından katledilen kadının fotoğrafını yayınlaması gelmediyse, “onunla bu aynı şey mi?” diye soruyorsanız, yandınız. Dürüstlüğünüzden oldunuz demektir.

Ve Kaddafi’nin cesedine bakıp hâlâ, “bunun vahşet olduğunu söylersem diktatörün yanında saf tutmuş olmaz mıyım?” diye soruyorsanız, yine yandınız. Solculuğunuzdan, ahlakınızdan olmuşsunuz demektir.

Bu soruları daha fazla insana sordurtmak istiyor, bu soruları her gün internet sitelerinden, gazetelerden ve televizyon ekranlarından soruyorlar. Ahlakımızı, dürüstlüğümüzü, adalet duygumuzu, özgürlüğümüzü, aklımızı ve insanlığımızı yok etmek için…

O nedenle doğru soruyu sormak zorundayız. Ve buradaki doğru soru şudur: Bir ülkenin özgürleşmesi ne demek, bir halkın zorbalıktan kurtulması nasıl olur? Ya da özgürlük neye denir, adalet nedir?

Yunanistan’da iki gün süren grevi, meydanları dolduran muazzam kalabalıkları görmüyor, yalnızca molotof kokteyli fırlatan, greve çıkan işçilere saldıran, yüzü maskeli tipleri görüyorsanız, kendi kendinize “bunlar ne istiyor, niye ortalığı yakıp yıkıyor?” diye soruyorsanız, yandınız. Çünkü umudunuzu kaybetmişsiniz demektir.

Yunanistan’da son iki haftada yapılan grevlere, işgallere, kitlesel eylemlere bakıp, kendi kendinize “iki yıldır grevler oluyor, ama niye hiçbir şey değişmiyor?” diye soruyorsanız, yandınız. Çünkü devrimciliğinizi kaybetmişsiniz demektir.

Çünkü Yunanistan’da olanlara bakıp, orada olanların başka yerlerdekinden apaçık farklılığını görmememizi nasılsa orada da işçi sınıfının mücadeleyi kaybedeceğine, bir noktada direncinin kırılacağına inanmamızı istiyorlar. Almanya’sıyla, Fransa’sıyla, Amerika’sıyla… Devrimciliği sosyalist, halkçı bir iktidarın yeniden ve üstelik Avrupa’nın göbeğinde kurulabileceği umudumuzu yok etmek için…

Doğru soruyu sormak zorundayız: Yunanistan’daki emekçilerin mücadelesi neden Avrupa’daki diğer örneklerden ayrılıyor? Ya da gerçek bir devrim neye benzer, nasıl olur, onu kim yapar?

Hakkari’de yaşamını yitiren 24 gence baktığınızda aklınıza daha bir ay önce ifşa edilen görüşme kayıtları, sonrasında söylenenler gelmiyor ve kendi kendinize “oyun mu oynuyorlar?” diye sormuyorsanız, insan hayatıyla, kanla siyasi pazarlık yapılmasına alıştınız demektir.

Alışan yanar…