Çandar’ın Kürt raporu: Siyasi müzakere ve Yeni Osmanlı’nın meşruiyeti

Geçen hafta Cengiz Çandar’ın TESEV için hazırladığı raporun önemli olduğunu belirtmiştim. Bunu tespit etmekte elbette bir marifet yok… Ancak son bir hafta içerisinde yaşanan gelişmeler, tartıştığımızın bir rapor olmanın ötesinde bir “pratik akıl” olduğunu çok hızlı bir şekilde teyit etti. Esas önemli husus kanımca budur: Çandar, sermaye egemenliğine, kaynağı kendisiyle sınırlı olmadığı kesin olan, bir pratik akıl önermektedir.

Bu aklın eleştirisine devam etmek durumundayız.

Son bir hafta içinde bu pratik aklın öngördüğü adımların hayli hızlı bir biçimde atılmakta olduğunu gördük. Öcalan’ın bir Barış Konseyi ve bir de Anayasa Konseyi kurulacağına ilişkin açıklamalarını anımsayalım. “Barış Konseyi ne resmi bir devlet organı olacak ne de sadece sivil bir organ olacaktır” diyordu.

Şimdi Çandar’ın raporuna dönelim ve Türkiye ile Irak Kürt yönetimi arasındaki yakınlaşmada çok önemli bir görev üstlendiğini söylediği bir yetkilinin şu sözlerini aktaralım: “MİT’in Abdullah Öcalan’la görüşüyor olması, konuya güvenlik açısından yaklaşmak demektir. Müzakere için Başbakan bir siyasi heyet kurar, o heyetin içinde MİT Müsteşarı da olabilir. O ayrı. Ancak, yapılması gereken konuya siyasi açıdan yaklaşılan ve bir siyasi heyet aracılığıyla yapılacak müzakeredir (…)”

“Devlet Öcalan’la görüşmeli mi?” sorusunun arkaik bir soru olduğunu yinelemeye herhalde gerek yok. Çandar’ın bir kez daha anımsattığı üzere, devlet Öcalan’la yirmi senedir zaten görüşüyor. Dolayısıyla mesele devletin Öcalan’la görüşmesi değil, kimin görüştüğüdür. Kuşkusuz “kim görüşüyor” sorusu, aynı zamanda “ne görüşülüyor” ya da “nasıl bir pratik akıl öngörülüyor” sorularına eşdeğerdir.

Yukarıda sözlerini aktardığımız Iraklı Kürt yetkili -tahminimce söz konusu kişi Neçirvan Barzani’dir- bir siyasi müzakereden söz edilebilmesi için güvenlik bürokrasisinin değil, siyasi bir heyetin doğrudan muhatap haline getirilmesi gerektiğini ifade ediyor ve “bu olmadan müzakere de olmaz” diyor. Öcalan’ın geçen hafta yaptığı açıklama bu noktaya varıldığına işaret ediyor artık “siyasi müzakere” aşamasındayız.

Bunu objektif bir saptama olarak kaydediyorum. “Devlet pazarlığa oturmaz” türünden argümanları milliyetçilere bırakalım. Devletin, mümkün olan tek muhatapla müzakereye oturmuş olması bir vakıadır ve tek başına bu vakıadan huzursuz olmak solun işi değildir.

Ancak müzakere aşamasına gelinmiş olması solun ülke ve Kürt sorunu bağlamında endişelerden azad olduğu anlamına da gelmemektedir. Endişenin kaynağı, bir kez daha, müzakere süreciyle birlikte adım adım geliştirilen pratik akıldır.

Konu Kürt sorunu olunca gündeme kolaylıkla çeşitli uluslararası modellerin geldiğini biliyoruz. Gerek Kürt siyasi hareketi, gerekse devlet, İspanyol modelinden İrlanda’ya kadar pek çok farklı deneyimi gündeme getirmiş bulunuyor. Uluslararası modeller “etnik sorunun çözümünde” başvurulan pratik akılların bir şeceresi olarak da görülebilir. Bu pratiklerin aynı şekilde uygulanamayacağını, onları öneren taraflar da çoğu durumda kabul etmekte, bunların birer anahat ya da şablon olarak kullanılmasını gündeme getirmektedir.

Son dönemde daha ağırlıklı bir biçimde ön plana çıkan model ya da pratik akıl ise Güney Afrika ve Mandela örneğidir. Çandar’ın raporunda işaret edilen de budur. Güney Afrika modeli, özellikle güvenlik siyasetinden “siyasi çözüme” geçiş biçimi nedeniyle ön plana çıkmıştır.

Kast edilen kabaca, içerisinde güvenlik bürokrasisinin temsilcilerinin de bulunduğu, ama ana karakter itibarıyla “sivil” ve iktidar tarafından yetkilendirilmiş bir siyasi heyet aracılığıyla görüşmelerin yürütülmesidir. Mandela örneğinde bu yapıldı ve Mandela’yla birlikte oluşturulan pratik çerçeve üzerinden oluşturulan Hakikat ve Uzlaştırma Komisyonları aracılığıyla müzakerenin toplumsal tabana yayılması sağlandı. Geçen hafta gündeme gelen Barış ve Anayasa Konseyleri bu çerçevede bir gidişata tanık olacağımızı ifade ediyor.

Ancak Güney Afrika ve Mandela ile yürütülen siyasi müzakerelerin çok temel bir farklılığı bulunmaktaydı. Çandar’ın raporunda bu farklılığa bir başka Iraklı Kürt yönetici, büyük ihtimalle Celal Talabani, işaret ediyor. Şöyle: “Bütün dünya Mandela’nın arkasındaydı. Bunu Mandela da biliyordu. Güçlü olduğunu biliyordu. Hatta, Güney Afrika’nın beyaz cumhurbaşkanı De Klerk de biliyordu. De Klerk, cumhurbaşkanı olmakla birlikte Mandela’nın kendisinden daha güçlü olduğunu biliyordu (…) Abdullah Öcalan öyle değil. Bütün dünya arkasında değil. İnsan hakları örgütleri öyle değil. Tüm Kürtler bile değil. Müzakereye güçlü konumdan değil, zayıf konumdan oturacak. Üstelik, Türkiye’nin elinde ve müzakerede avantajlı olan taraf Türkiye. Bununla birlikte, örgütü ve hatırı sayılır bir kitle üzerinde ‘lider’ o. Sorunu, bu özelliği dikkate alarak, müzakere ederek çözmek mümkündür.”

O halde temel farklılık, en azından Çandar’ın Soros muhipleri cemiyetine yazdığı raporda aktardığına göre, birinin masaya güçlü diğerinin ise zayıf konumda oturacak olmasıdır. Başka bir ifadeyle Mandela’yla yapılan müzakereler sonucunda Güney Afrika kapitalizmi, rejim değiştirdi ırkçı, apartheid rejiminden, çok etnisiteli-çok kültürlü, solun geniş bir hareket alanı bulduğu bir kapitalist modele geçti. Türkiye’de ise hali hazırda kurulmuş bir yeni rejim ve onun Kürtleri kapsama sorunu bulunuyor. Mandela rejimi değiştirmeyi tartışıyordu Öcalan’sa değişmiş olan rejimde önderliğini yaptığı halkın konumunu tartışabilir.

Öyleyse Çandar ve temsil ettiği pratik aklın mantık silsilesi pek açıktır: II. Cumhuriyet güçlüdür ve meşruiyet sorununu tam olarak çözebilmesi için Kürtlerin rızasını oluşturmak dışında bir engeli kalmamıştır. Bu rızayı oluşturmak için siyasi müzakereler başlatılmalıdır. Muhatap masaya zayıf konumda oturacak ve sonunda kazanan, meşruiyetine meydan okuyan bir büyük gücü daha yelpazesi altında kapsayan II. Cumhuriyet olacaktır.

Sonuç?

Hedefin, raporda bazı Kürt siyasetçileri ve kanaat önderlerinin ağzından aktarılan şu çerçeve olduğu gün gibi açıktır: “Leyla Zana görüşmemiz esnasında Kürt Sorunu’nun çözümü ile ilgili olarak ‘bu sorun çözülürse, çözüm yoluna girerse Türkiye işte o zaman, gerçekten dünyada köprü olur, bölgenin yıldızı olur’ demiştir. Görüşmeler esnasında birçok Kürt şahsiyeti de benzer görüşler dile getirmiştir. (…) Kürt şahsiyetlerinden biri, ‘Türkiye işte o zaman, gerçekten bölgesel bir güç olacak’ diyerek, ‘Kürt isyanı’nın çözümünün, Türkiye’yi bir bütün olarak uluslararası sahnede güçlendireceğinin üzerinde durmuştur. Irak Kürt yöneticilerinden biri de aynı şekilde, ‘sorunu Türkiye kendi içinde çözmezse, başkaları PKK’yi kullanır’ diyerek sorunun bölgesel ve uluslararası boyutuna gönderme yaparken, ‘Türkiye çözerse, etkisi tüm Kürtlere yayılır bütün Kürtler Türkiye’den yana olur, ta İran’ın içine kadar, İran-Irak sınırı boyunca İran Kürtleri üzerinde etki kurmuş olur. ‘Savunma hattı’nı bizim üzerimizden Irak’ın ortasına kadar uzatmış olur. Kürt Sorunu’nun Türkiye’nin kendi içinde çözülmesi, Suriye’ye de yansır. Çözüm, Türkiye’yi müthiş güçlendirir’ görüşünü savunmuştur.”

Evet, masanın üzerine yeni Osmanlı’nın meşruiyet sorununu tam anlamıyla aşması konulmuştur. Siyasi müzakere bu zeminde gerçekleştirildiği takdirde masaya kimin güçlü kimin zayıf konumda oturduğu konusunda Çandar ve benzerlerinin varsayımı doğrulanmış olacaktır.