Aydıntaşbaş’ın 'vicdan'ı, medyanın 'büyük devlet' hasreti

Arap Baharı diye adlandırılan sürecin başından bu yana, ama özellikle de Suriye’deki gelişmelerin tırmanmasıyla birlikte kara propagandanın eşsiz örneklerini veren ana akım medya, zaman zaman bu misyonunu “vicdan” güzellemeleriyle sürdürüyor.

Egemen medyada köşe başlarını tutan kalemler, emperyalist merkezlerin Ortadoğu’daki restorasyon girişimlerini “insani müdahale” ve “koruma sorumluluğu” gibi kavramlara dayandırdığını ve “vicdan ya hu!” bağrışlarının üzerine düşen elli yıldızlı bayrağın gölgesini hiç kimsenin görmediğini düşünüyor olmalı… O nedenle “vicdan”, “insanlık” diye başladıkları cümlelerini “büyük devlet”, “müdahale”, “seyirci mi kalacağız” gibi ifadelere bağlıyorlar.

Bu çeşitlemelerden bir başkasını bugün Milliyet gazetesinde okumak mümkün. Egemen medyanın islamcı kanadı dışında kalan kesiminde Suriye’ye uluslararası müdahalenin en hevesli isimlerinden bir tanesi olan Aslı Aydıntaşbaş, bugünkü yazısında “vicdan”a sesleniyor. Daha doğrusu “vicdandan giriyor”.

Myanmar’da yaşananlar ve islamcı çevrelerin Arakanlara yönelik yardım çağrılarına değinerek söze giren Aydıntaşbaş, “büyük devlet” gibi kavramlardan zarar gelmeyeceğini savunarak, “Türkiye’nin dünyanın öbür ucundaki bir trajediyle ilgilenmesine itirazım yok. ‘Büyük devlet’, ‘ahlaki politika’, ‘vicdanlı toplum’ vs gibi kavramlardan zarar gelmez” diyor.

Kuşkusuz Aydıntaşbaş’ın “büyük devlet” söyleminin Türkiye’nin başka ülkelere müdahale eden, komşu coğrafyaları kendi nüfuz alanı olarak gören ve bu gayrimeşru çabalarını “aktif politika” diye pazarlayan İkinci Cumhuriyet’in payandalarından bir tanesi olduğunu söylemek yerine bu kavramı “zararsız” gördüğünü açıklaması şaşırtmıyor. Aydıntaşbaş’a göre “zararsız” olanı bir de Halep’te yaşayanlara sormak gerek tabi…

Aydıntaşbaş’ın şaşırtmayan bir başka tavrı da, “Arakan’ı bırakın, burnumuzun dibindeki Suriye’ye bakın” şeklinde özetlenebilecek yaklaşımı. Şöyle yazıyor:

“Rejimin insafı yok. Sadece Halep değil, Hama, Humus, Dera’da bombardıman hunharca devam ediyor. Beşar Esad’ın kardeşi Mahir Esad’ın ‘Ne olur ki! Babam iktidara geldiğinde 6 milyonduk, gerekirse yine o rakama döneriz’ dediği söyleniyor. Doğru mu bilmiyorum ama rejimin maksimum insan kıyımını göze aldığı ortada. Peki dünya ne yapıyor? Hiç. Hem de hiç! (…)

"Diyeceğim şu vicdan için dünyanın öbür tarafına gitmeye gerek yok. Arakan’a gelmeden asıl dibimizde insanlar ölüyor. Önce Şemdinli, Kürt meselesi, Suriye, sonra diğer yerlerdeki trajedilere bakalım.”

Aydıntaşbaş “zurnanın zırt dediği” yere gelirken, arada sarf ettiği şu sözcüklere dikkat edin: “Doğru mu bilmiyorum ama…”

Evet, doğru mu bilmiyor ama yazıyor. Aslında egemen medyanın vicdan tacirlerinin işi bu: “doğrusunu billmemek” ve “doğrusunu bildirmemek”… Doğrusunu bilmiyorlar, ama yazıyorlar. Uydurduklarını ise hiç saymayalım. Hadi “söz meclisten dışarı” diye de ekleyelim.

Oysa “doğrusunu” bildiğimiz çok sayıda gerçek de var ortada.

Örneğin CIA’nın Türkiye topraklarındaki Suriyeli çeteleri organize ettiği, silah ve para sevkiyatını düzenlediği gibi. Bunun “doğrusunu” biliyoruz, çünkü kendileri açıklıyorlar.

Doğrusunu bildiğimiz bir başka olgu da, bugün Hatay’ın bir açık silah pazarına, Türkiye sınırlarının ise kevgire döndüğü… Türkiye’nin güneyinde barınan silahlı çeteler, her gün sınırı geçip silahlı operasyonlar gerçekleştiriyor, ardından Hatay’daki, Kilis’teki, İstanbul’daki ikametgahlarına geri dönüp “bize daha fazla silah verin, daha fazla para verin” diye gazetelere demeçler veriyorlar.

Doğrusunu bildiklerimiz bu kadarla da kalmıyor. Daha önce Libya’da, NATO uçaklarının kanatları altında karşımıza çıkanların bugün Halep dolaylarında mücahit olduklarını da biliyoruz. Allah yolunda savaşmak için müminleri Suriye’de cihata çağıran “gençler”in televizyonlara, gazetelere verdikleri pozların da doğruluğundan kuşku duymuyoruz.

Ama Aydıntaşbaş’a ve “doğrusunu bilmiyorum ama böyle” "vicdanına" sahip diğer kalem erbaplarına göre bunların bir önemi yok. Çünkü bu akla göre bütün bu yapılanlar “meşru”.

“Diktatörlük insanları katlediyor” ya… O halde ABD’nin de, Türkiye’nin de, Katar’ın da, Suudi Arabistan’ın da silahlı militan beslemek, yalan yanlış iddialar yaymak, tehditler savurmak gibi bir “meşru” hakkı oluyor. Neyi ve kimi temsil ettiklerini dahi bilmediğimiz bir takım tiplerin her gün Amerikan gazetelerinden Türk gazetelerine, El Ceziresi’nden BBC’sine kadar uzanan bir medya şebekesine seslenip, “bize silah verin, bize para verin, bize iktidarı verin” diye talepler dile getirmesi de öyle… Dünyanın neresinde, tarihin hangi döneminde böyle “halk isyanı” görülmüş diye sorarsanız size verilecek lakap belli: Esedci!

“Büyük devlet” kavramından zarar gelmezmiş. Aydıntaşbaş’a göre böyle…

“Büyük devlet”ten zarar gelmezse, müdahaleden de gelmez. Aydıntaşbaş’ın yazdıklarından başka bir anlam çıkmıyor. “Hükümetin politikasını beğeniyorum” diyor:

“Tamam, kabul ediyorum Ankara bu zamana kadar Suriye meselesinde çok aktif oldu, sorumlu bir politika izledi, hem Batı’yı itekledi, hem de Suriyelilere kucak açtı. Ben medyadaki çoğunluğun aksine, atılan adımları insani, sorumlu ve akıllıca buluyorum.”

“Ama bu yetmez”le devam ediyor:

“Ama şiddet, artık katlanılamaz bir boyutta. Rejim sadece ruhlarımızı örseleyen bir gaddarlık müsveddesi değil Türkiye için ciddi bir “ulusal güvenlik” tehdidi haline geldi.”

Cümlesinin sonu “vicdanı”nın sınırlarının nerede bittiğini, “büyük devlet” hasretinin sınırlarının nerede başladığını ortaya koyuyor: Suriye bizim için bir ulusal güvenlik tehdidi!

Daha açık yazmaya cesareti yetmemiş belli ki, ama Yıldıray Oğur gibi arkadaşları yine de ona Twitter’da cesaret nişanı takmaktan geri durmamış. Egemen basının her köşesinden müdahale çığlıkları yükselmiyormuş gibi, “Arakan’ı bırak Halep’e bak” diyen Aydıntaşbaş’ın cesaretini şakıyor Oğur.

Herhalde Aydıntaşbaş’ın şu son cümlesi nedeniyle olmalı: “Bunu bir Müslüman davası olarak değil insanlık adına söylüyorum...”

“Müdahale” diye yırtınıp ardından insanlıktan bahsetmek… Gerçekten büyük cesaret!