AKP halkı, Cengiz Çandar okurlarını saf yerine koyuyor

Başbakan Erdoğan Cuma günü “Arap Uyanışı ve Orta Doğu’da Barış: Müslüman ve Hıristiyan Perspektifler” başlıklı uluslararası konferansta yaptığı konuşmada şunları söylüyordu:

“Benim mensubu olduğum din ve dinin ana kaynakları inancına, mezhebine, statüsüne bakmadan insana insan der, cana can der ve insanı varlıkların en kutsalı olarak görür. Türkiye olarak ne Irak'ta, ne Suriye'de ne de bölge ülkelerinde hiçbir etnik kökene, dine, mezhebe önyargılı değiliz. Hiçbir dine farklı gözlerle bakmıyoruz.”

Bu sözlere bakıp “işte AKP’nin saldırgan ve mezhepçi bir politikaya sahip olmadığının kanıtı” demeyi aklınızdan geçirir misiniz?

Siz geçirmeyebilir, Erdoğan’ın sözleriyle AKP iktidarının eylemleri arasındaki kocaman açıya bakmayı akıl edebilirsiniz. Bu toplumun önemli bir bölümü de bunu yapıyor ve Erdoğan’ın ağzından çıkan “barış, hoşgörü” sözlerine pek itibar etmiyor. Zaten görmeye alışkın olduğumuz Erdoğan’ın asabi, tehdit eden, Şam’da namaz kılmaktan, zafer turu atmaktan bahseden bir figür olduğunun da farkında. Ancak Erdoğan ve saz arkadaşları bu toplumu “saf” bellemiş olmalı ki, ara sıra bu tür “hoşgörü” soslu konuşmalar yapmayı seviyorlar. Ve düzenledikleri toplantıların katılımcılarının bile hoşgörüyle, barışla bir alakasının olmadığını kimsenin fark etmeyeceğini varsayıyorlar.

Toplumu saf yerine koyanlar onlarla sınırlı değil. AKP’nin mezhepçi, hatta Amerikancı bir politikayla işinin olmadığını ileri sürenler de var. Üstelik -daha doğrusu “doğal olarak” demek durumundayız- medyada… Onlar da okurlarını “saf” bellemişler, anlatıyorlar.

Anlatanlardan bir tanesi Cengiz Çandar. AKP’nin Suriye politikalarına yönelik eleştirilere yanıt veriyor zat-ı muhterem.

Eleştirileri üçe ayırıyor: Esad rejiminin yanında tutanlar bunları geçiniz diyor…

Peki…

Türkiye’nin ABD’nin taşeronluğunu yaptığını öne sürenler. Buna, diğerine kıyasla birkaç cümle fazla yer ayırmaya tenezzül ediyor. “Türkiye, bırakın ‘ABD’nin taşeronu’ gibi davranmayı, tam tersine ‘ABD’nin hareketsizliği’nden şikâyetçi” diyor.

Yerseniz…

Türkiye, ABD’nin başını çekeceği bir askeri müdahaleye karşı olduğunu açıkça ilan etmiş.

Libya’da da “NATO’nun orada ne işi var yahu” diye bağıran bir Erdoğan hatırlıyoruz. Üç ay sonra ABD’li, İngiliz ve Fransız mevkidaşlarıyla buluşup “Libya konusunda ilkelerinin başından beri belli olduğunu” söyleyen ve “inisiyatif NATO’da olmalı” diyen de onun Dışişleri Bakanı’ydı.

Türkiye ABD’nin başını çekeceği bir askeri müdahale istemiyor müdahale inisiyatifini kendisi için istiyor. Hani şu adından çok bahsedilen “vekaleten savaş” kavramının buyurduğu gibi. Fakat Çandar, Türkiye toplumu bunlardan bihaber bellemiş, yazıyor.

Bunu da “geçiyor” ve üçüncü eleştiriye geliyor. En ciddiye alınması gereken buymuş:

“Türkiye’nin Başşar Esad rejiminin dayanma gücünü iyi hesap etmediği ve Başşar’ın kısa süre içinde yıkılacağını sandığı ve bu yüzden attığı adımlarda ve atılan adımların ‘zamanlaması’nda hata işlediğine dair olanı.”

“Bu eleştirinin mantık örgüsü içinde vurgulanan ve yine üzerinde durulması gereken husus ise, Türkiye’nin Suriye muhalefetine gereksiz ölçülerde destek olduğu, rejime muhalif silahlı grupların Türkiye topraklarını kullandığı, bu yüzden Hatay ilimizin “her türlü ajanın cirit attığı” bir yer haline gelmesi ve izlenen politikanın ‘mezhepçi’ bir görüntü verdiği, bunun da başta Hatay, Türkiye’nin iç gerilimlerini beslediği yolunda.”

Çandar’a göre bu eleştiri de tutarsız, dolayısıyla yanlış ve de yersiz. Sebep: Erdoğan daha Suriye krizi yeni başladığı sırada Irak ziyaretinde Necef’e de giderek Şii otoritesi Ayetullah Ali Sistani ile görüşmüş. Zaten hükümetin Ortadoğu’da en duyarlı olduğu konuların başında da bir Sünni-Şii çatışmasını önlemek geliyormuş.

Bu adam okurlarını gerçekten saf yerine koyuyor.

Üstelik ya kendi gazetesindeki diğer yazarları okumuyor ya da bu yazısıyla onlara da yanıt verdiğini düşünüyor.

Örneğin Fehim Taştekin 21 Ağustos’taki yazısında Bağdat’ta imam Seyyid Muhammed Haydari’nin cemaate Türkiye konusunda hayal kırıklığına uğradıklarını söylediğini ve Sünni blokun en büyük partisi Irakiye’nin grup başkanvekili Selman Cumeyli’nin şu sözlerini aktardığını yazıyordu: “4 Ağustos’ta yaptığımız görüşmede Türk yetkililer, tıpkı Suriye’deki Ulusal Konsey’i destekledikleri gibi Irak’taki ‘ulusal güçleri’ desteklemeye ve silah yardımında bulunmaya hazır olduklarını bildirdi.”

Taştekin, Irak’ta “ulusal güçler” denildiğinde akla Sünnilerin, “mezhebi güçler” denildiğinde ise Şiilerin geldiğini hatırlatıyor. Cumeyli’nin ağzından aktarılan iddiaların doğruluğu konusunda kuşkular olduğunu da söylüyor Taştekin. Kuşkular AKP’nin Irak’taki Sünni gruplara silah ve para yardımı yaptığı konusunda, yoksa AKP’nin Irak’ta açık bir biçimde Kürtler ve Sünniler lehine bir tercihte bulunduğu konusunda değil. Zaten Erdoğan’ın ziyaret ettiği Ayetullah Ali Sistani’nin temsilcilerinden bir tanesinin, Seyyid Salih’in, sözlerine bakarsak bu Iraklı Şiiler nezdinde gayet açık. Şöyle diyor Seyyid Salih:

“Türkiye Saddam’ın devrilmesinin ardından Irak’ta Sünnilerle iş tuttu. Yardımlar Sünni Türkmenlere gitti, Şii Türkmenlere değil. İHH de yardımlarını sadece Felluce’de dağıtıyordu. Türk hükümeti siyasi partilere de eşit mesafede değildi. Mesela Şii kökenli Cumhurbaşkanı Birinci Yardımcısı Adil Abdulmehdi ile bir kere görüştüyse Sünni Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık Haşimi ile 5 kez görüştü. Ancak 2009’dan itibaren Türkiye politikasını değiştirdi. Basra’da konsolosluk açması dönüm noktasıydı. Ardından Başbakan Tayyip Erdoğan, Mart 2011’de Sistani’yi ziyaret etti. Bunlar Şii dünyada büyük yankı uyandırdı. Türkiye artık Şiileri de kucaklıyordu. Ne var ki Suriye kriziyle eski politikaya dönüldü.”

Ayrıntılar bir yana, bunlar Türkiye toplumu açısından yepyeni veriler değil. Türkiye’nin Suriye’de, Irak’ta ne yaptığı, kimlerin yanında saf tuttuğu ve nasıl bir politika izlediği gayet açık ve biliniyor.

Arap halkları tarafından da biliniyor. Örneğin Suriye’de muhalifler tarafından kaçırılan Lübnanlı Şiiler konusunda Ahmet Davutoğlu’nun apar topar aracılığa soyunmasını, Lübnan vatandaşlarının söylendiği gibi ülkelerine geri dönmelerinin sağlanamaması sonrasında da Beyrut’ta Türkiye büyükelçiliği önünde protesto gösterileri yapıldığını anımsayın. Bu olayın özeti şu: Lübnanlı Şiiler, Suriye’de Lübnanlıların kaçırılmasından en başta Türkiye’yi sorumlu tuttular. Neden acaba?

Ancak Çandar’a göre Türkiye zinhar mezhepçi bir politika izlemiyor. Herhalde bir politikanın mezhepçi çatışmalara zemin sunması için, şu Özgür Suriye Ordusu, Müslüman Kardeşler ya da El Kaide militanlarının yaptığı gibi açık açık “Alevileri keseceğiz” denmesini bekliyor. Oysa Cengiz Bey, devletler düzeyindeki politikanın böyle işlemediğini, politik söylemin de bu şekilde kurulmadığını çok iyi bilecek düzeyde diplomasi bilgisine sahip.

O halde geriye tek bir seçenek kalıyor: Okurunu saf yerine koyuyor.

Nasılsa AKP de halkı saf yerine koyuyor. Çandar da okurunu saf bellemiş, çok mu?