10 milyon yeni seçmen… Hayaldi gerçek oldu!

YSK’nın 12 Haziran seçimi için açıkladığı seçmen sayısı tek bir şeyi gösterir: On sekiz yaşın üzerindeki nüfusun dört yılda on milyon arttığına inanmamızı bekleyen AKP, ana seçim sloganında söylediği gibi, bir hayali gerçekleştirmiş bulunmaktadır. Belli ki sağa sola yeni şehirler kuracağını ilan eden Başbakan, bu şehirlerden bir tanesinin çoktan seçmen kaydını yaptırtmış bile… Üstelik nüfusunun tamamını gökyüzünden indirerek, bir kısmını muhtemelen öteki dünyadan getirterek bir hayalini daha gerçekleştirmiş.

“Efendim, YSK’nın açıklamasıdır, hükümetle ne ilgisi var” gibi lafları geçelim bir kalem. 12 Haziran sonrasında oluşacak meclis bileşimiyle ilgili ince hesaplar, en önce AKP’ni n hesaplarıdır. İktidar partisinin yeni rejime son noktayı koyacak bir meclis bileşimine ulaşmak için her yolu mubah gördüğünün sayısız örneğiyle karşı karşıyayız. Kasetli şantajların en çok kime yaradığı sorusuna verilen yanıt neyse, 10 milyon yeni seçmen imal edilmesinden kim yararlanacak sorusunun yanıtı da odur.

Dahası, adı üstünde, “iktidar” partisinden söz ediyoruz sıradan bir hükümetten değil. AKP, seleflerine kıyasla iktidardaki konumunu nimete çevirmeyi en fazla başaran partidir ve meşru ya da gayrimeşru yöntemler arasında pek bir ayrım gözetmediği de bilinmektedir. Bu iktidarın sicili bozuktur, ondan bu türden hayalleri gerçek kılması beklenir.

O halde önümüzde iki soru var: Birincisi başta CHP ve MHP, düzen muhalefeti, YSK’nın açıkladığı seçmen sayısına, kasetli şantajlara vesaire dayanarak, “bu seçimler meşru değildir” deme yoluna gidebilir mi? İkincisi, 12 Haziran seçimlerinin meşruiyeti seçmen rakamlarındaki bu tuhaflıkla ortadan kalkmış mıdır?

İlkinden başlayalım. CHP ve MHP’nin ne yapıp ne yapmayacağını başka hiçbir şey göstermediyse, röntgencilik ve şantajla imtihanları göstermiştir. Kasetli şantajların en fazla iktidar partisinin seçim hesaplarına denk düştüğü ortadayken, Erdoğan’ın miting meydanlarında kaset skandallarını diline dolayabilmesi, biraz da CHP ve MHP’nin “meşruiyet” anlayışının bir ürünüdür. Dün Kayseri’de Kılıçdaroğlu için “sen yoksun, sanalsın” diye haykıran Erdoğan, hasmı açısından bu anlayışın ne kadar temel, ne kadar öze dair olduğunu bilmenin rahatlığı içinde konuşmaktadır. Erdoğan rahattır, çünkü konunun muhataplarına boyun eğdireceğini bilmektedir. Şantaj yapılır, röntgencilik bir siyasi araç haline getirilir, diktatöryal yöntemler bir özgürlük konusu gibi sunulur da bunların muhatabı olan partiler ve şahıslar boyunlarını büküp teslim olurlarsa, elbette rahat olacak. Boyun eğen düzen muhalefetinin, şantajın normalleştirildiği siyaset iklimini değiştirme değil, onun içerisinde kendi alanını genişletme arayışı içinde olacağı bilinmelidir.

MHP, bu nedenle “acaba bu sefer de ben mağduru oynayabilir miyim” sorusuyla, yayımlanan görüntülerin muhafazakar tabanını ne kadar eriteceği hesapları arasında kalmıştır. CHP ise kendi teslimiyetinin seçmeni tarafından bir “hayırlı olay” sayılacağını ummakta, veri aldığı şantaj ikliminde esen rüzgarın kendi yelkenini ne kadar şişireceğine bakmaktadır.

Denilebilir ki fason seçmen iddiası farklıdır, burada düpedüz bir usulsüzlük var. O halde CHP ve MHP bu kez daha farklı tavır alabilirler.

İyi de diğer vakada olan bundan hafif bir usulsüzlük mü? Şantaja boyun eğen, bu durumda bile düzenin ve yeni rejiminin meşruiyetine halel gelmemesi için uğraşan bu partilerden hiçbir başlıkta kararlı ve ilkeli bir tavır beklenemez. En fazla lafla peynir gemisi yürütmeye kalkışacaklar, “nereden çıktı” diyecekler. Bundan daha ileri adımların atılması, örneğin seçimden çekilmek gibi bir tavır göstermeleri konusunda ise bir kez daha inisiyatif iktidar partisinin elindedir. İddia edildiği gibi yeni şantajlarla seçime bir hafta kala başka sarsıntıların yaratılması gündeme gelir, bu durumda düzen muhalefetinin bir kısmını seçime giremez bir noktaya itelenirse, iş değişir. Ancak böyle bir hareketin arkasındaki itme kuvvetinin kaynağı şimdiden bellidir.

Gelelim seçimin meşruiyeti sorusuna…

Bu soru kuşkusuz ki seçime halka “boyun eğmeme” çağrısı yaparak giren sosyalistleri de ilgilendiriyor. Hayalken gerçek olduğu ilan edilen 10 milyon yeni seçmen, seçimin meşruiyetini ortadan kaldırdıysa seçime girmenin bir anlamı var mı? Bu soru akla gelebilir.

Ancak bu soruyu akla geldiği gibi oradan uzaklaştırmak gerekiyor, çünkü bu yanlış bir soru. Yanlış, çünkü kapitalist düzende temsili demokrasi adı verilen sistemin zaten bir adaleti yok. Medyanın seçime giren 2 artı 1 parti varmış gibi davrandığı, başbakanın ve ana muhalefetin mitinglerinin televizyon kanallarından canlı yayımlandığı bir sistem bu. Hazine’den en güçlü düzen partilerine milyonlarca liralık kaynağın aktarıldığı, o da yetmiyormuş gibi iktidar partisinin kamu olanaklarını kendisi için seferber ettiği bir sistem. Ve elbette yüzde 10 barajının olduğu bir sistem…

Örneklerin sayısı artırılabilir. Tanımı gereği eşitsiz ve adaletsiz, dolayısıyla meşruiyeti kusurlu bir yapıdan bahsediyoruz. 10 milyon yeni seçmen ilanı bu kusurlu yapıyı daha da problemli kılmıştır o kadar. Bu durumsa, sosyalist harekete bazı görevlerinin hakkını vermek konusunda ek bir uyaran işlevi görmektedir.

Öncelikle şunun altını çizmeli: Bütün bunlar apayrı gelişmeler olmadıkça solu seçimlere girmekten, seçim sürecinde sosyalizmin sesini güçlendirmek için mücadele etmekten alıkoymaz. “Ben bu kulvarda yokum” diyen sol havlu atmış, emekçi sınıfları seçeneksiz ve dilsiz bırakmış olur.

Peki, bu şaibeli seçmen sayısının hatırlattığı görevler neler?

En başta, düzene ve onun yeni rejiminin meşruiyetine halel gelmemesi için sus pus olanların ve onlarla birlikte komplocuların, sahtekarların ipliğini pazara çıkarmak için daha fazla çalışmak.

İkincisi, usulsüzlüklerin ve şantajın olağanlaştırıldığı siyasi iklimi değiştirme iddiasının hakkını vermek… Bunun en açık göstergesi sosyalistlerin aldığı oyun, yani “ben de boyun eğmiyorum” diyenlerin çoğaltılması olacaktır. Bu sayı büyüdüğü nispette düzenin ve yeni rejiminin meşruiyeti sarsılabilecek, sorgulanabilecektir.

Üçüncüsü, böyle bir iklim içerisinde kendi gücümüzden başka bir dayanak bulamayacağımızın bilinciyle, her biri “boyun eğmiyorum” diyen birer manifesto olan oylara sahip çıkma, onları koruma görevi…

Hayalken gerçek kılınan 10 milyon sanal seçmenin bize hatırlattıkları bunlardır.