Yık!

Polis memuru bay Carter, soruşturduğu bir ölüm olayıyla ilgili gazetecilere şu bilgileri veriyor: 

“Kadın, eşi ve oğluyla birlikte Londra’nın Bermondsey Sokağı 3 numaradaki White Lion Corut’ta küçük bir odada kalıyordu. Odada ne karyola vardı ne de başka eşya. Kadın, oğlunun yanı başında bir tüy yığınının üstünde, yarı çıplak biçimde ölü yatıyordu. Ne bir yatak örtüsü ne de bir çarşaf vardı. Tüyler kadının vücuduna öylesine yapışmıştı ki adli tabip onları ayıklamadan cesedi inceleyemedi. İncelediği zaman da açlıktan öldüğünü ve vücudunun fare ısırıklarıyla dolu olduğunu gördü. Odanın bir köşesindeki taban tahtası kırılıp koparılmıştı ve aile o kırık yerdeki deliği helâ olarak kullanıyordu.”

İlk bakışta bir cinayet romanı sahnesini çağrıştıran olay 1843 yılının Londra’sında, bir işçi evinde yaşanıyor. Zaten olayı da polisiye edebiyatın ünlü ismi İngiliz yazar Agatha Christie değil, “İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu” kitabında Friedrich Engels aktarıyor.

Engels, Any Galway isimli bu kadının ölümünü anlatırken aslında İngiltere’de o dönem işçi sınıfının yaşamını gözler önüne seriyor. Engels’in izleyen satırlarında benzer başka işçi ailelerinin de yaşamlarına tanık oluyoruz. Ortak noktaları mutlak yoksulluk, geleceksizlik ve ölüm olan ailelerin.

Engels, İngiltere’de tüm emekçilerin anlattığı örneklerdeki gibi yaşadığını ileri sürmediğini ancak her emekçinin aynı yazgının kurbanı olabileceğini söylüyor.

***

Engels’in “İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu”nu yazdığı tarihin üzerinden bir buçuk asırdan fazla zaman geçti. Bu süre zarfında kapitalizm farklı coğrafyalarda eşitsiz gelişse de tüm dünya üzerinde hakim üretim biçimi ve bu üretim biçiminin üzerinde yükselen bir toplumsal sistem kurdu.

Sistemin egemen sınıfı burjuvazi sanayi devriminin merkezinde doğan işçi sınıfının üzerinde, yoksulluğun, geleceksizliğin ve ölümün gölgesinde büyüdü. Sonra gelişti. İnsan haklarını, çalışan haklarını keşfetti. Yurttaşlığı, seçme seçilme hakkını da... Arada gaz odalarında toplu katliamlar yapsa da demokrasi diye bir rejim ilan etti.

Peki yüz yetmiş küsur yıllık bu “gelişme” işçi sınıfının yaşamında neleri değiştirdi?

Elbette çok şeyi. 15-16 saatlik çalışma süreleri 8 saate düştü. İşçiler için sosyal güvenlik ve emeklilik; sendika, toplu sözleşme ve grev; hafta tatili ve yıllık izin hakları gibi birçok ilerleme sağlandı.

Tümü ve daha fazlası sadece ve sadece işçi sınıfının örgütlülüğü ile olabildi, burjuvazinin rızasıyla değil. Öyle ki bu örgütlülük geçtiğimiz yüz yılda dünyanın neredeyse üçte birinde kapitalist sınıfın iktidardan düşmesine, işçi sınıfı iktidarlarının kurulmasına yol açtı.

Sadece kendi çıkarını düşünen bir sınıfın gericiliği kaçınılmazdır. Marx ve Engels’in, 1848 devrimlerinde Avrupa’da kiliseyi ve aristokrasiyi birlikte alaşağı ettiği işçi sınıfını birkaç ay içinde sırtından hançerlediğinde yaptığı bu tespit bugüne kadar o kadar çok kez doğrulandı ki!

***

“İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu”nda trajik örnekler çocuk işçilere aittir. Her satırında sermaye sınıfına duyduğunuz öfke artar. Çünkü en kolay onlar ölür:

“12 Haziran, Manchester’da eli dişliler arasında ezildiği için tetanosa yakalanan bir erkek çocuk öldü. 15 Haziran, Saddleworth’te dişliye kapılan genç parçalanarak öldü. 24 Temmuz, Oldham’da bir kız makine kayışına yakalandı, kayışla birlikte döndü ve öldü, kırılmamış kemiği kalmamıştı. 27 Temmuz, Manchester’da bir kız hallaç makinesine…”

Böyle sıralanıp gidiyor. 

Peki ya bugün? 

Bir hafta önce, Denizli’de bir pastanede çalışan Davut adlı 14 yaşındaki çocuk, yük asansörüne sıkışarak can verdi. 2013’te Mart ayında, ilkokul yedinci sınıf öğrencisi Ahmet, Adana’daki fabrikada parçaları almak için çalıştığı prese kafası sıkışarak ağır yaralandı, kaldırıldığı hastanede yaşamını yitirdi. Bu yıl, işe girdiği dürümcüde ehliyeti olmamasına rağmen motosikletle sipariş teslimatına yollanan 16 yaşındaki Burak…

Yüz yetmiş küsur yıl sonra, Engels’in satırlarının benzerlerine tanıklık etmek yeterince sarsıcı değil mi? Ya da bugün kapitalizmin Any Galway’i bir daha açlıktan öldürmeyecek mucizevi çözümünün ona borçlanarak yaşayabilme şansı tanımak olduğunu görmek size de aynı derecede ağır gelmiyor mu? 

Böyle düşünüyorsanız öfkenizi soğutmayın. Başka çözüm yok. Ya yıkılacak bu düzen, yıkacağız, ya da insanlığımızı koyup bir köşeye yaşayıp gideceğiz. Ona da yaşamak denirse.