Sınırları zorlayan fatura

soL Portal’da işçiler ve sendikalar konusunda yazmam talep edildiğinde, Genel Yayın Yönetmeni sevgili Alper’e yazıların ne uzunlukta olması gerektiğini sordum. Verdiği yanıttan anladığım, internet yazarlığı ve haberciliğinde bu konuda pek de bir sınır yokmuş. Malum, kâğıt kısıtı yok bu platformda. Ancak yine de okuyucuya zulmetmemek için yazdıklarının öyle “dosya” kabilinden olmaması gerekiyormuş.

Oysa ben ilk yazıda, AKP iktidarında Türkiye işçi sınıfına çıkarılan faturanın bir dökümünü yapmayı düşünmüştüm. Hal böyle olunca ilk yazı bu sınırı zorlamaya aday oldu.

Ne diyelim, AKP’nin işçi sınıfına ödettiği fatura tarih, vicdan ve tahammül sınırlarını zorlamışken, birkaç bin vuruşluk sınır ihlali devede kulak kalsın…

***

AKP, 3 Kasım 2002 genel seçimlerinde yüzde 34 oy alarak tek başına iktidar oldu.

Recep Tayyip Erdoğan, 2003 yılının Mart ayında kendisini cezaevinden çıkaran Siirt ara seçimi sonrası hükümetin başına geçti.

Hemen icraatlar başladı.

Yeni İş Yasası meclisten geçti. Bu yasa ile çalışma süreleri esnekleştirildi. Haftalık 45, günlük 8 saat çalışma düzeni değiştirildi.

Daimi ve standart istihdam genel kural olmaktan çıkartıldı. Kısmi süreli çalışma, çağrı üzerine çalışma gibi standart dışı çalışma biçimleri yasal oldu.
İş hukukunda “belirli süreli hizmet akdi” olarak adlandırılan, işçilerin “geçici işçilik” diye bildikleri istihdam biçiminin yaygınlaşması sağlandı.

Deneme süresi iki katına çıkartılarak 2 aya yükseltildi.

Çalışan sayısı otuz kişinin altında olan işyerlerindeki toplam 5,5 milyon kayıtlı işçi, iş güvencesi kapsamı dışında bırakıldı.

Bir işletmenin kendi işçilerini başka bir işletmeye kiralayabilmesi ve bu şekilde gelir elde edebilmesi sağlandı.

1945 yılından bu yana devlet tarafından sağlanan iş ve işçi bulma hizmeti, özel sektör için kâr getiren bir iş haline getirildi. Özel İstihdam Büroları faaliyete geçti.

8 milyar dolar olan özelleştirme geliri 38 milyar dolara çıktı. Yüzlerce kalem fabrika, liman, tesis ve gayrimenkul yerli-yabancı kuruluşlara satıldı. Bir o kadar kent içindeki okul arazisi satıldı. Özelleştirme İdaresi Başkanlığı tarafından yapılan satışların haricinde TOKİ, TMSF ve Maliye tarafından da birçok arazi ve varlık elden çıkarıldı.

Özelleştirme sonrası TEKEL, çimento fabrikaları, SEKA, Sümerbank gibi onlarca kuruluş ve fabrika kapatıldı. Binlerce işçi işsiz kaldı. Bir o kadarı 4/C statüsünde farklı kurumlarda, son derece kötü şartlarla ve ücretlerle çalışmak zorunda bırakıldı.

İşsizler için ayrılan kaynak sermaye için kullanıldı.

İşsizlik Sigortası Fonu’nda 60,4 milyar lira birikti. Fondan işsizlere sadece 5,4 milyar lira ödendi. Yatırım teşviki amacıyla Fon’dan patronlara verilmek üzere hazineye aktarılan para ise 11,2 milyar lirayı buldu.

Kısa çalışma ödeneği adı altında, patronların işçiye ödemesi gereken ücretlerin 201 milyar lirası, yine işsizlik sigortası fonundan karşılandı.

Kriz tedbirleri kapsamında, patronların sosyal güvenlik prim katkıları düşürüldü. Patronlara, Hazine ve İşsizlik Sigortası Fonu’ndan yaklaşık 8 milyar liralık prim katkısı sağlandı.

Aynı dönem, likidite destekleri, KDV ve ÖTV indirimleri, vergi destekleri, yatırım destekleri, üretim ve ihracata yönelik kredi ve garanti destekleri, kredi kullanımına ilişkin düzenlemeler, AR-GE destekleri olarak hayata geçirilen kriz önlemleri ile mali ve sınai sermayeye kaynak aktarıldı.

İşsizlik yüzde 10 düzeyine sabitlendi.

1998-2001 döneminde yıllık ortalama işsizlik oranı 6,9 idi. Bu oran 2002-2008 arasında 10,3’e çıktı. Kriz döneminde ise 13’e yükseldi.

Son on yılda, herhangi bir sosyal güvenceden yoksun, kayıt dışı olarak çalışanların toplam istihdam içindeki oranı yüzde 45-50 oranlarında gerçekleşti. Bu oran tarım sektöründe yüzde 85’lere kadar çıktı.

Türkiye ekonomisi 2002-2006 döneminde ortalama yüzde 7,2 2007-2011 döneminde ise yüzde 3,5 büyüdü. İşçi sınıfı bu büyümeye rağmen yoksullaştı. 2007 yılında nüfusun en yoksul yüzde yirmilik kesimi gelirin yüzde 48’ini, en zengin yüzde yirmilik kesimi yüzde 52’sini alırken 2010 yılında bu oran yüzde 45-55 olarak zenginler lehine değişti.

AKP’li on yılın sonunda asgari ücretli işçi 739 lira alıyor. Ülkede 4 kişilik bir ailenin açlık sınırı 1.047, yoksulluk sınırı ise 3.312 lira olarak açıklanıyor.

***

Sınırları gerçekten zorluyor değil mi? Normal şartlar altında, tam buralarda bir yerlerde yazıyı bitirmem gerekiyor. Ama ne mümkün! Mecburen devam ediyoruz.

***
Emekçilerin yoksullaşmasına borçlanma eşlik etti.

2002’den 2011’e kredi kartı borçları 11 kat artarak 49 milyar liraya, tüketici kredileri 78 kat artarak 157 milyar liraya yükseldi.

Çiftçi-Sen, Genç-Sen, Emekli-Sen, Yargı-Sen gibi sendikalar mevzuata uygun olmadığı gerekçesiyle kapatıldı.

Sendikalara ilişkin mevzuat değiştirildi. 12 Eylül rejiminin toplu sözleşme düzeni aynen korundu. Grev yasakları sürdürüldü.

İşkolu barajı ağırlaştırıldı. Birçok işkolunda toplu sözleşme yetkisine sahip sendika kalmama riski oluştu.

Yandaş sendikalar yaratıldı. Önleri açıldı. Onlarca işyeri ve işletmede sendikalaşmaya müdahale edildi.

Toplu sözleşme kapsamında sendikalı işçi sayısı bir milyondan 750 bine düştü.

Cumhuriyet tarihinin, 12 Eylül cuntası döneminden sonraki en düşük grev sayıları gerçekleşti. Uygulama kararı alınmış ya da uygulanmakta olan önemli grevler Bakanlar Kurulu Kararı ile “kaldırıldı”.

Keyfi grev yasakları getirildi. Havayolları, SPK ve borsa için grev yasağı getiren düzenlemeler yapıldı.

İş kazalarında hayatını kaybeden işçilerin sayısı yıllık ortalamada 1.400 gibi korkunç bir rakama ulaştı.

***

Burada duralım ve Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik’e kulak verelim. Çelik, bütçe görüşmeleri sırasında Bakanlığının icraatlarına getirilen eleştirilere çok şaşırıyor. Kürsüden “bunların çalışanların aleyhine olarak değerlendirilmesini anlamakta zorluk çekiyorum” deyiveriyor.

Sınırları zorlayan icraatlara, tahammül sınırlarını zorlayan Bakan yakışır elbette.

Dökümünü yapmaya çalıştığım faturaya ilave olarak Çelik’in ajandası en az gerçekleştirdikleri kadar yıkıcı olan gündemlerle dolu.

Ama sorun var. İşlerin bu güne kadar tıkırında gitmiş olmasına rağmen kıdem tazminatı gündeme yeniden gelecek, kiralık işçiliğin, taşeronlaştırmanın ve alabildiğine esnekliğin daha fazlası sınıfa dayatılacak, iş kazalarında ölümler “kader” tanımlamasını zorlayacak düzeye çıkacak, bunlara iç ve dış siyasette freni patlamış bir hükümet görüntüsü eşlik edecek ve tüm bunlar işçi sınıfında herhangi bir arayışa neden olacak etki bırakmayacak!

Bu mümkün değil. Mümkün olmadığı gibi bunun emareleri de var.

Belki de bu yüzden Çelik’in Meclis’teki tepkisi, bir şaşkınlık ifadesinden ziyade geçmiş on yılın rüzgarını arkasına bir kez daha alamayacağına dair hissettiği derin endişeden kaynaklı olabilir.

Bu endişenin gerçek bir kâbusa dönüşmesi ise işçi sınıfının mevcut memnuniyetsizliğinin örgütlü bir tepkiye dönüşebileceği kanalların yaratılması ile mümkün olabilir.