Egemen siyasetin korosuna bir kez dahil olunduğunda söylenmeyecek şarkılara eşlik etmek zorunda kalınabilir.

Emeğin Ortadoğu'su!

Paris suikastları için Hükümet cephesinden önce “iç hesaplaşmadır”, sonra “Türkiye'nin bölgesel güç olmasını istemeyen odakların işidir” açıklamaları geldi.

Bir süre sonra, DTK Eş Başkanı Ahmet Türk, bu sefer devletin işi olduğunu düşünmediğini, Türkiye'nin bölgede tek başına güç olmasını istemeyen uluslararası güçlerin söz konusu olabileceğini ifade etti. Şüphelendiği birkaç ülkenin ismini de ekledi.

“Büyük Türkiye” ya da “bölgesel güç olan Türkiye” lafzı AKP'nin emekçi kitleler için milliyetçilik afyonu olarak işe yarıyordu da, aynı söylem Kürt sorununun çözümüne dair bir çağrışımla ve bir Kürt siyasetçi tarafından dillendirilince işler biraz karıştı.

Bunu Ahmet Türk'ün bir bildiği var diyerek geçiştirmek mümkün değil.

Metin Çulhaoğlu 19 Ocak tarihli soL gazetesinde Kürt siyasi sözcülerinin, egemen siyasetin hesaplarına dalmasının “hep beraber büyük güç oluruz” anlamına geldiğini yazdı. Bu, “benimle olan sorunu çözersen bölgesel güç olursun” yaklaşımının bir adım ötesine işaret ediyor. Çulhaoğlu, gerçekten büyük bir tehlikeye dikkat çekiyor.

Gerçekten bu suların ne derece tehlikeli olduğunu, Türk’ün açıklamasının haftası çıkmadan Recep Tayyip Erdoğan gösterdi. Başbakanın hafta sonu Gaziantep’te yaptığı “ABD’nin Irak’ı işgali meşru ise benim de Suriye’ye girmem bir o kadar meşrudur” açıklaması, egemen siyasetin “bölgesel güç” olmaktan neyi anladığının açık ifadesi oldu.

Meselemiz emekçi sınıflar ve bu sınıfların bir parçası olan Kürt yoksulları ise, büyük/bölgesel güç gibi sıfatları hak edecek bir Türkiye’de, bu kesim için öngörülenin neler olabileceğine dair bir egzersiz yapmak bu aşamada yararlı olacaktır.

Mesela bu kesim için demokrasi midir umulan?

Şayet buysa, akla geçtiğimiz hafta boyunca polisin işçilere uyguladığı şiddet gelmelidir. Çorlu’daki Daiyang grevinde patron Kore’den kaçak işçi getirerek yasa dışı üretim yapıyor, bir de yaptığı üretimi aynı yasa dışı yoldan polis eskortundaki tırlarla çıkartıyordu. İçlerinde Kürt işçilerin de olduğunu bildiğim işçiler, bu yasadışı uygulamayı önlemek için tırların önüne atlıyordu. Sonrası malum.

Umulan bu kesim için demokrasi ise, “bölgesel güç olan Türkiye’de” patronun hukuksuzluğu karşısında direnen işçilerin kafasının polis copuyla patlatıldığı sahneler bir daha yaşanmayacak demektir. Artık grev yasaları eksiksiz uygulanacak, polis patronu kollamayacaktır.

Ya da “bölgesel güç olan Türkiye’de” her gün çoğu Kürt olan 5 işçi iş kazasında ölmeyecektir. Hatta hiçbir kurumun başında “kazaların nedeni borçları yüzünden dikkatleri dağılan işçilerdir, bu nedenle borçlarını ödeyemeyen işçiler bir yıl içinde işten çıkarılsın” diye genelge yayınlayan genel müdür kalmayacaktır…

Veya “büyük Türkiye’de” işsizlik sorunu önemli ölçüde çözülecek, işçiler özgürce sendika seçebilecek, asgari ücret ile dört kişilik bir aile gani gani geçinebilecektir…

“Bunları kimse iddia etmiyor” denilebilir.

Ancak egemen siyasetin korosuna bir kez dahil olunduğunda söylenmeyecek şarkılara eşlik etmek zorunda kalınabilir.

Yine de bunlar afakidir diye ısrar edilebilir, ama “bölgesel güç olma” iddiasındaki egemen siyasetin sözcüsünün “Suriye’ye girerim” sözlerinin gayriciddi olduğu söylenemez.

Ülkenin çalışma bakanı geçtiğimiz günlerde başarılı icraatlarını anlattığı bir toplantıda, patronlara teşvik olarak dağıttıkları 24 milyar lirayı hatırlattı. Patronların bu pastayı on kat daha büyütmek için “bölgesel güç olmayı” arzulamayacakları, bunun için gerekirse Habur’dan girip Şam’dan çıkmayı göze almayacakları düşünülebilir mi?

Bu paranın büyük bir bölümü İşsizlik sigortası fonundan aktarılan paradır. Fon, sermayenin kullanımına açılırken kamuoyuna sunulan argüman “istihdamı arttırmak üzere GAP bölgesindeki yatırımlarda kullanılması” olmuştur. Bu uygulama, bölgeye yatırımın bölge emekçilerine değil “sermayeye kıyak” olduğunun en acı örneği olmuştur. Paraların doğrudan işçinin cebinden alınıp patronun cebine aktarılmasında hiçbir beis görülmemiştir.

Şimdi yeni Anayasa hazırlıklarının paralelinde gündeme yerel yönetimler reformu ve belediyelere ilişkin yeni düzenlemeler geliyor. Türkiye’nin kimi maddelerine çekince koyarak 1988 yılında imzaladığı Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı bir kez daha gündeme geliyor. Tüm bunların Kürt sorunu bağlamında tartışılacağından şüphe yok.

Ama madalyonun bir de diğer yüzü var. Orada sermayenin en küçük birime kadar piyasalaşma olanağını yakalama iştahı duruyor.
Madalyonun bu yüzünde bölgesel asgari ücret ve her türlü hizmet alımının özelleşmesi bulunuyor.

Bunlar için, “müzakere masasına sermaye sınıfı tarafından konulanlar” da denilebilir. Bu işin vizyonu ise egemen siyasetin doğrultusuna paralel olarak, “bölgesel güç olan Türkiye”dir. Türkiye sermaye sınıfı buna tav olmuş durumdadır.

Bu vizyon, emekçiler nezdinde de kabul gördüğünde, yerellikler iliğine kadar piyasalaşır. Bölgenin işsizleri, o zamana kadar tamamlanması muhtemel Van Tekstilkent’de kurulan atölyelerde ya da Diyarbakır Organize Sanayi Bölgesi’nde yeni teşviklerle açılan fabrikalarda İstanbul’daki asgari ücretin üçte birine çalışır. Buralar olmazsa kâh Antep’te halı atölyelerinde, kâh Maraş’ta tencerecilerin yanında şanslarını denerler. Hiç biri olmazsa bir süre Habur’da, bir süre Musul’da, olmadı Şam’da mutlaka bir iş bulurlar.

Bu arada Tayyip Erdoğanlı “büyük Türkiye” bir bakmışsınız Halep’ten girip Şam’dan çıkar, bir gün Barzani ile kol kola ABD’nin İran operasyonunun parçası olur, diğer gün Esad’ı deviren Müslüman Kardeşler ile bir olmuş Barzani’nin ve Kürtlerin üzerinde tepinir durur…

Türkiye böylece bölgesel bir güç olur, Ortadoğu’da ise sınırlar alabildiğine belirsizleşir. Bu durumda birileri çıkıp “Avrupa’da kıvıramadık, şansımızı bir de Ortadoğu’da deneyelim” der ve “Emeğin Ortadoğu’su artık mümkündür” diye eklerse biz de artık şaşırmayız.