Domuz gibidir burjuvalar!*

Odasına çağırdığı işçiye “Seni şimdi gönderiyorum, ortalık yatışınca geri geleceksin, seni işçi temsilcisi yapacağım” dedi.

Dışarıda işten atılan işçiler var. Sendikayla birlikte direniyorlar. Polisin “patron sizi burada istemiyor” diye kalkanlarıyla süpüre süpüre uzaklaştırdığı bu işçilere her saat güvenlik eşliğinde fabrikanın dışına çıkarılan yenileri ekleniyor. Polis sadece dışarıda değil, fabrikanın bahçesinde, güvenlik kulübesinde, hatta kaynakhanede, pres atölyesinde. Onların gözü önünde işçileri cep telefonundan e-devlete girip sendikadan istifa ettirmek için talimat almış ustabaşılar dolaşıp duruyor.

İşten atma, polis gözetiminde sendikadan istifa ettirme, baskı… İşçilerin örgütlenmesini önlemek için tüm bunların yetmeyeceğini düşünüyor olmalı ki bir yandan da arkadaşlarını satacak işçi arıyor. Fabrikada baş gösteren “sendikalaşma sorununu” çözmesi için patronun görevlendirdiği bu “profesyonel” her şeye muktedir, herkesin satılık olduğunu düşünüyor.

Öyle değil elbette. Herkes satılık değil. Temsilci yapma vaadi verdiği işçiden “otur sendikayla anlaş, attığın işçileri geri al, sorunu çöz” yanıtını aldığında önce bir şaşırıyor, sonra bu şaşkınlıkla olsa gerek “şimdi savaştayız, anlaşma olmaz” deyiveriyor.

(29 Kasım Cuma, 16.15 çay molası. İşçiler atılan arkadaşlarının yanında)

Belki ağzından kaçırıyor ama söylediği doğru. Ankara Kazan’da, Bozankaya Otomotiv fabrikasında patron, işçilere karşı sınıf savaşı veriyor.

Savaşın bilançosunu ertesi gün sendika açıkladı: “...Şu ana kadar işten atılmakla tehdit edilen 265 üyemiz sendikamızdan istifa ettirilmiştir. …Direnen üyelerimiz arasından işten atılan işçi sayısı 45’e ulaşmıştır. İşçilerin Anayasal hakkı olan sendikalaşma hakkı başkent Ankara’da askıya alınmıştır. Bozankaya işvereni polis koruması altında suç işlemeye devam etmektedir.”

***

Ankara Kazan’ın sanayi mahallesinde milyonlarca lira ciro yapan ve fakat üç bin lira maaş alabilen işçinin şanslı sayıldığı fabrikalardan biri Bozankaya Otomotiv. Almanya’da kurdukları şirketi Bozankaya Otomotiv adıyla Türkiye’ye taşıyan iki kardeş iki ayrı fabrikada bir yandan Alman tekeli MAN’a otobüs parçaları, diğer yandan AKP’li belediyelere “yerli malı” diye övündükleri elektrikli otobüs ve tramvay üretiyor. Atılan işçilerle kapının önünde beklerken gün boyu MAN’ın deposuna ring yapan “Bozankaya tırlarını” izliyoruz.

Bu arada izlediğimiz sadece dolu tırlar değil. Patronun “yerli ve milli üreticiyiz” diye işçilere milliyetçilik demagojisi yaparken MAN otobüslerinin şasisini doğru düzgün havalandırma olmadan kaynatıp duran, yüzü gözü kaynak dumanından kararmış işçilerin çay molasına sıkıştırılmış temiz hava mesaisine de tanık oluyoruz.

Ayda iki bin beş yüz lira ortalama ücrete gün boyu bedava kaynak dumanı ile çay molasında eşantiyon oksijen! Bu mesai her gün sabah sekizden akşam altıya kadar sürüyor. Salı ve Cuma dışında “fazla mesai” olarak akşam dokuza kadar, Cumartesileri ise tam gün. Kimi haftalar Pazar günü de… Gelmem diyen pek çıkmıyor, zira işçinin eline evini geçindirebilecek kadar para ancak bu fazla mesailerle geçiyor. Gelmem diyenin fabrikadaki ömrü de zaten pek uzun olmuyor. Yani bildiğiniz “zorla çalıştırma” uygulanıyor. Patronların “düşük ücret” politikasının bir sonucu olarak.

İşçilerin geçen seneki örgütlenme denemesini, daha ikinci bayramda üstüne yattığı “iki ikramiye” vaadiyle atlatan patron bu kez kesenin ağzını biraz daha açması gerektiğini düşündü. Bir maaş ikramiyeye ek olarak 100 lira yakacak yardımı, bayramlarda 300’er lira para, ramazanda 100 lira alışveriş çeki, sene başında asgari ücret artışının birkaç puan üzerinde zam… Yeter ki sendikadan vazgeçin! Bizim “profesyonel” işçileri toplayıp bunları vaat ettiğinde havasından geçilmiyordu ama işçiden istediği reaksiyonu da pek alamadı. Çünkü o sırada konuşmayı bize cep telefonundan canlı dinleten işçi “Allah bir dese inanmaz kimse” diye fısıldıyordu.

Vaatler, yalanlar işe yaramayınca devlet yardımı kaçınılmaz oluyor. Yatırıma, ihracata, argeye, vergiye, stopaja, enerjiye ve daha nicesine verdiği teşvikle patronları ihya eden devlet, patronun sendikalaşma karşısındaki “çaresizliğine” de duyarsız kalmıyor. Çevik kuvvet kapıda, güvenlik şube atölyede, sendikanın yasal çoğunluğunu önlemek için iş yerinde var olmayan işçilerin SGK girişi yapan memur bilgisayar başında, fabrikada suç işleniyor dendiğinde anlamaza yatan kaymakam telefonun öbür ucunda…

(30 Kasım Kasım Cumartesi, sabah 08.00 vardiya girişi sonrası. “Müşterileri rahatsız ediyorsunuz” diyerek atılan işçileri fabrikanın önünden uzaklaştırmaya çalışan polis)

***

Bir ara bizim “profesyonel” fabrikanın önüne, işten atılan işçilerin yanına geldi. İşçilerden evlerine gitmelerini istiyordu. Gitmeliydiler çünkü şirket milli bir işletmeydi, aslına bakarsak dünyalığını çoktan yapan patronun bu işletmeye hiç de ihtiyacı yoktu, burayı çalıştırıyorsa tek derdi vatana hizmet etmekti, böyle bir işletmeyi zor durumda bırakmak hiç hoş değildi ve kapıda bekleyerek sadece işletmeye değil memlekete de zarar veriliyordu.

Hızını alamadığı ve “bizim patron kendisinde olmayan şeyleri size veriyor ve siz bunun farkında değilsiniz” dediği sırada işçiler bastı kahkahayı… Bozuldu bizimki. Önce dudakları titredi, sonra konuşması boyunca ilk kez cebinden çıkardığı ellerini yeniden oraya buraya sokmaya çalışırken ceketinin altına sakladığı bileğinden birkaç on bin liralık Roleks saatin ortaya çıktığını fark etti.

İşçilerin kahkahaları devam etti. Ve sanki birden Bozankaya’nın polis kontrolündeki fabrika kapısının açıldığı o dar sokakta Jacques Brel’in meşhur şarkısı çalmaya başladı…

Les bourgeois… Les bourgeois c’est comme les cochons… (Burjuvalar… Domuz gibidir burjuvalar…)*