İnsanın insanı sömürmediği düzenin cumhuriyeti için savaşım bilimsel dünya görüşünün ve emekçilerin olmazsa olmazı…
Laiklik ve sınıfsal savaşım: Her yerde her zaman
Ali Rıza Aydın
Günlük, anlık olaylar, soruşturma ve kovuşturmalar, görevden almalar, baskılar, gözaltılar, tutuklamalar, siyasal faaliyeti yalnızca iktidarın sınırları ve çerçevesi içine sıkıştıran davranışlar, çözüm sürecinde yaşananlar “yapı” gerçeğini ve dinselliği perdeleyip sömürücüleri, siyasal iktidarı egemen kılmaya devam ettiriyor.
3 Mart “Ne tarikat ne şeriat: Laik cumhuriyet, laik eğitim” eylemleri bu kargaşa içinde yapıldı. Eylemler laik cumhuriyet savunucularının sindirilemediğini bir kez daha gösterdi. Ancak ne cumhuriyet ne de laiklik öyle özel günlerde anımsanıp konuşulmakla yaşatılabilir. Cumhuriyetten günümüze ilericilik ve aydınlanmanın cumhuriyetten günümüze gericilik tarafından teslim alınması için ne gerekiyorsa yapıldığı bir ilişki ağında özel günlerde kenetlenmek yetmiyor.
Patronlar ve gericiler elbirliğiyle sömürüye kilitlenmişken “yıkıyorlar ama ele geçiremiyorlar”dan, teslim olmamaktan öte ilkeli, planlı, programlı bütünsel savaşıma gereksinim var.
Başlatılan adımlar toplumsallaştırılarak devam ettirilmedikçe egemen olan hep önde gidiyor.
“İmam Hatipleri istemiyoruz” denildi, İmam Hatipler çoğaldı. “Müfredat değişikliklerine karşıyız” denildi, değişiklikler uygulamada. “Diyanet İşleri Başkanlığı laiklik ilkesi doğrultusunda çalışmıyor, bir dinin bir mezhebinin başkanlığı oldu, kapatılmalıdır” denildi, değil frene basılması kurum devletin içinde her geçen gün daha fazla kök salmaya başladı.
“İdari işlem ve düzenlemeler yapılsa da, ÇEDES gibi protokoller imzalansa da, yasalar değiştirilse de Anayasa’ya göre hareket etmesi gereken yargı var, Anayasa Mahkemesi var” denildi, yargı ve AYM kendi ilke kararlarını yok sayarak “laiklik ihlali onay kurumları”na dönüştü. “Laik hukuk devletinde düşünce özgürlüğü esastır” denildi, din özgürlüğü hem laikliğin hem de diğer özgürlüklerin üstüne oturtuldu.
“‘Bir dinin eğitimi ve öğretimi’ ‘din kültürü ve ahlak öğretimi’ değildir, zorunlu dersler arasında yer alamaz. Kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de yasal temsilcisinin talebine bağlıdır” denildi, talep olmadığı halde İslam dininin bir mezhebinin eğitim ve öğretimi tüm eğitime yerleştirildi. “Özel okulların içinde laik eğitim var” denildi, laik eğitim piyasaya çıkarıldı ama o okullardaki din kültürü de diğerleri gibi gericileşti. “Eğitim birliği” denildi, eğitim paramparça edildi.
“Tarikat ve cemaatler” zaten yasak denildi, sivil toplum kuruluşu ilan edildi. Yasak olan tarikat ve cemaatlerin kurduğu dernek, vakıf ve şirketler meşru sayıldı.
“Devletin sosyal, ekonomik, siyasal veya hukuksal temel düzeni din kurallarına dayandırılamaz; siyasal veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, din veya din duyguları yahut dince kutsal sayılan şeyler istismar edilemez ve kötüye kullanılamaz” denildi, dinsellik her yerde kök saldı.
“Durmak yok yola devam” diyenlerin hedeflerinde neler yok ki… Tevhid-i Tedrisat Kanunu, eğitimde çeşitliliğin azalması, öğrenme özgürlüğünün kısıtlanması ve tek tip insan modeli yetiştirilmesi gibi sonuçları doğurmuş. Sanki müfredatla oynayan kendileri değilmiş gibi. Ülkemizde müfredat tekeli ve dayatması ağır/katı bir şekilde sürdürülmekteymiş ki ilkokullarda bile ders amacı ve konuların muhtevası anne-babaya, öğrenciye hatta öğretmene ve okula rağmen, tek merkezden belirleniyormuş. Birey, ebeveyn ve bölge ihtiyaçları dikkate alınmıyormuş, hatta köyde oturanla şehirde oturanlara aynı müfredat dayatılıyormuş. Zorunlu eğitim süresi kısaltılmalıymış. 12 yıllık zorunlu eğitim dayatması çocukların kabiliyeti, meslek edinmeleri ve yuva kurmaları önünde büyük bir engelmiş. Esnek öğrenme ve ev okulu modeline geçilmeliymiş.
Kapitalist/emperyalist dünyanın ellerini ovuşturarak beklediği serbestleştirme/sömürü araçları sürekli güçlendiriliyor yaygınlaştırılıyor. 24 Ocak 1980 eklemlenme kararları ve devamında 12 Eylül 1980 askeri darbesi ve Anayasası yetmedi. Siyasal iktidar değişiklikleri ve Anayasa değişiklikleri, AKP’nin yirmi iki yılı yeterli gelmedi. Kapitalizmin çaresizliği ve doyumsuzluğu yeni uyumlaştırma istiyor, yeni anayasa istiyor, emekçileri susturacak uzlaşma istiyor.
1980’de darbe yönetimine biat eden sermaye sınıfı ile bugün bir sermaye örgütünün siyasal iktidara sözde uyarısı arasında sınıfsal olarak fark yok. Onlar, emekçilerin aktif olmadığı, emek gücünü kendi piyasa kurallarına göre satın aldıkları bir siyaset, devlet ve hukuk istiyor. “Yapı”yı, üretim güç, araç ve ilişkilerini yalnızca kendi egemenliklerinde tuttukları, emekçilerin “kul” olduğu bir düzen istiyor.
2008’de AKP’nin laik cumhuriyet ilkesine aykırı fiillerin odağı haline geldiğinin AYM tarafından onaylanması, aynı siyasal partinin o günden bugüne laik cumhuriyet ilkesini yok sayması sermaye sınıfını ilgilendirmiyor. Dinselliğin sınıfsal olarak sömürü düzeninin güvencesi olduğunu biliyorlar, memnunlar.
“Daha kötüsü olamaz” diyerek beklemeye koyulmak, ölmeye yatmaktır. Daha kötüsü olmaz dendikçe daha kötüsü geliyor.
Devletin şekline cumhuriyet denilmesi, cumhuriyetin niteliklerinin yaşatıldığı, özünün korunduğu ve uygulandığı anlamına gelmiyor. Laiklik, yaşam biçimi olarak benimsenmedikçe, sınıfsal savaşımla birlikte yürütülmedikçe hep eksikli kalacak ve zayıflayacak. Boşalan alanın gericilik tarafından nasıl doldurulduğu yıllardır herkesin gözü önünde yaşanıyor. Dinsel önyargılar var oldukça, zaten uyuşmaz olan “dinsel” ile “bilimsel dünya görüşü” ikilisinde dinsel olan baskın oluyor. Bu baskınlık bilimselin sermaye sınıfına bağımlılığını da perdeliyor.
İnsanın insanı sömürmediği düzenin cumhuriyeti için savaşım bilimsel dünya görüşünün ve emekçilerin olmazsa olmazı…