Ali Rıza Aydın

Piyasaya, sermaye sınıfının egemenliğine teslimiyetten toplum yararı çıkmıyor. Sınıfsal devletin yönetim, gözetim ve denetimi, hukuk güvenliği toplum yararını yaşatmaya yetmiyor.

6 Şubat karanlığı

Ali Rıza Aydın

Anayasaya bakarsak “yaşama, maddi ve manevi varlığı koruma ve geliştirme”den “sağlıklı ve düzenli kentleşme”ye, “kamu ve toplum yararı”ndan “sağlıklı ve dengeli” bir çevrede yaşama hakkı”na, “şehirlerin özelliklerini ve çevre şartlarını gözeten planlama”dan “konut ihtiyacının karşılanması”na kadar geniş bir alanda “insan haklarına saygılı”, “kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunun” sağlandığı “doğanın korunduğu” bir düzenin içinde yaşamamız gerekiyor.

Arsa, altyapı, plan, proje, inşaat, dönüşüm, yasa ve yönetmelik, ruhsat, idari işlem, akçalı kaynak, her aşamada denetim, yargılama gibi çok yönlü iş bütünlüğü bir yandan mülkiyet hakkı, girişim ve sözleşme özgürlüğü kapsamında özel kesimin alanına girerken bir yandan da devletin amaç, görev ve sorumluğunu içeriyor.

Bu yaşamsal bütünlük elbette doğal ya da olağan dışı durumlar sonucu ortaya çıkması olası afetlerin önlenmesi ve kayıpsız/yıkımsız ya da en az kayıpla/yıkımla giderilmesi için “risk yönetimi ve sakınım planlaması”nı gerekli kılıyor. Bu gereklilik yerine getirilmedikçe de Erzincan, Varto, Marmara, Van, Soma, Kartalkaya gibi adları veya 6 Şubat gibi tarihleri sıralamak, afetler yinelendikçe öncekileri anmak arasında sıkışıp kalıyoruz.

Yeni yönetimsel ve denetimsel örgütlenme arayışları, hukuksal önlemler, kime adalet getirdiği belli olmayan kimi yargı kararları, araştırma ve incelemeler, akademik çalışmalar, devasa bir çalışma ürünü var ama hiçbiri felaketlerin önüne geçemiyor. Patronların isteğiyle imar bütünlüğünü bozan yasal el atmalarla, imar planları değişimleriyle, imar barışı adı verilen imar aflarıyla paramparça edilen hukuksal önlemler bir yandan da plan ihlallerinin, hukuk dışı uygulamaların, kaçak yapılaşmanın yolunu açıyor.

“Yapı”sından üst yapı kurumlarına, hukukundan devletine, ekonomisinden politikasına kadar tüm düzenin sömürücülere teslim edildiği; halkların savaşımlarıyla kazanılan hak ve özgürlüklerin, cumhuriyet niteliklerinin, demokratik ve laik toplum düzeninin dahi bu sömürücülerin ellerinden kurtarılamadığı, insanları ve toplumları bağımlılık batağına gömen bir kapitalist/emperyalist düzen var. O düzenin kurum ve kurallarıyla yaşamak zorunda bırakılıyoruz. Eğitimden sağlığa, beslenmeden barınmaya tüm haklar ekonomi politiği sömürü olan sermaye sınıfına teslim.

Ve onların felaketleri çaresiz, onlar felaketlerden fırsat üretme peşinde.

Afet yönetimi ivedilik, dikkat, disiplin ve sorumluluk ister; uzmanlaşmış insanlar, özveri, ekipman ve planlama ister. Ancak, risk yönetimi ve sakınım planlaması olmadan, afeti önleyecek programlar yapılıp uygulamaya geçirilmeden afet yönetimi hep eksikli kalır. Çevre, yerleşme, şehirleşme, imar, iskan, kaynak ve insan bütünlüğü içeren programlar yaşama geçirilmeden afet yönetimi hep boşa düşer.

Bu bütünsellik toplumcu ama bugün tüm unsurlarıyla piyasayı besliyor. Sınıfsal devletin yönetim ve denetim düzenekleri de piyasaya hizmet ediyor. Hukukun satırları arasındaki kimi düzenlemeler bu piyasacılığa engel olamıyor, tersine piyasanın yolu aynı hukukla açılıyor. Sonuçta yüksek bedelleriyle satışa çıkarılan güvenlikli yapılarla, maliyeti düşük güvensiz yapıların buluşması patronlar düzenine yarıyor. Alandaki emek gücü sömürüsüyle kârlarına kâr katıyorlar.  Afetler, -Filistin ve Suriye savaş yıkımları gibi- yeniden yapılanma ve zenginleşme için el ovuşturularak bekleniyor ya da afet beklentisi “dönüşüm” adı altında rantı besliyor.

Bu ortam risk yönetimi ve sakınım planlamasını becerememe değil becermeme siyasetini gösteriyor. Felaketlerin çözümsüzlüğe yatırılması kapitalizmin ekonomi politiğinin parçalarından biri.

Afet önlem ve güvenliği Anayasasında dolaylı yollarla yazan bir hukukla karşı karşıyayız. Denetimi kamudan, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarından alıp özele teslim eden, imar affı yasalarıyla kendi içindeki kötü disiplinini dahi bozan aynı hukuk. Barınma hakkını, konut gereksinmesini yüksek kiralara veya finans kapitale bağlayarak emekçileri “borçlu yaşam”a bağımlı kılan aynı hukuk. Mülkiyet hakkını, “kamu yararı amacıyla” sınırlandıran, kullanımının “toplum yararına aykırı olamayacağını” söyleyen ama bu yararları piyasanın emrine sunan aynı hukuk.

2022’de aramızdan ayrılan ODTÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Murat Balamir bu konuda hayli derinlemesine düşünen ve üreten akademisyenlerden biri oldu. Bir dönem, afet risk yönetimi ve hukuk bağlantılı ikili çalışmalar da yaptık. Notlarımın arasında o çalışmalar sırasında dile getirdiği, sanırım daha sonra Mimarlık Dergisi yazılarından birinde de not ettiği sözleri buldum.  Şöyle diyordu Balamir Hoca: “Suçluları idam etme pratiğini kaldıran ve bunun için gerekli siyasi iradeyi bulmuş olan Türkiye, yüzbinlerce suçsuz vatandaşının boynunu deprem darağacında ilmikte tutmaya devam ediyor.”

“Güvenlik içinde yaşamak bizim, hak ve özgürlükler bizim, doğal kaynaklar bizim” diyenlerin olduğu yerde hukuk boşa düşüyor, demokratik toplum düzeni ve eşitlik, ayrımcılık yasakları boşa düşüyor.

Piyasaya, sermaye sınıfının egemenliğine teslimiyetten toplum yararı çıkmıyor. Sınıfsal devletin yönetim, gözetim ve denetimi, hukuk güvenliği toplum yararını yaşatmaya yetmiyor.

Kapitalizmin felaketlerini unutmayacağız. Rant ve kâr peşinde koşan, toplum yararına olması gerekenler üzerinde tepinerek zenginleşen, barınmayı sömürü aracı yapan patronları, afetler üzerinden zenginleşmek için afet politikalarının yaşama geçmesini engelleyenleri unutmayacağız. Onları ikna etmek için boşa uğraşacak zaman yok.

Daha ivedi ve kaçınamayacağımız bir görev ve sorumluluğumuz var: karanlıktan kurtuluşun felaketi yaratanlardan gelmeyeceğini bilerek, halkın yönetimi için örgütlenmek, savaşım vermek ve çözüm üretmek.