Tek adam yönetimine sözlükte ne deniyor?

Son günlerin iki konusu gündemin en üst basamağına oturdu: Yaklaşan seçimler ve başkanlık sistemi ile Kürt açılımı. Her ikisi de henüz çözülememiş, büyük sorunlar yumağı olarak ortalıkta duruyor. Açılım projesi tam da büyük yazar Yaşar Kemal’in öldüğü güne rastladı ve neredeyse tüm haberler açılım ile Yaşar Kemal’i bütünleştirdiler ve onun edebiyatçı yanını unuttular veya “barış” meselesini daha ön plana çektiler.

Dolmabahçe toplantısı sonrası açıklanan on maddelik programın aslında tam olarak problemi çözmediği bırakınız birkaç günü, haftayı, neredeyse saatler sonra ortaya çıktı. Karşılıklı suçlamalar birbiri ardına geldi.

O nedenle, dereyi görmeden paçaları sıvamanın bir anlamı yok. Seçimlere kadar bu konu daha çok su kaldıracağa benziyor.

Başkanlık sistemine gelince, bu konu çok daha önem kazanmaya başladı. Hükümetin HDP’ye dolaylı veya doğrudan yüklenmesi, Selahattin Demirtaş’ı da hedef alması, HDP’nin 7 Haziran’da yapılması düşünülen seçimlerde barajı aşmasını engellemek yönünde, bu da çok açık. Eğer HDP barajı aşarsa, CHP ve MHP de oylarını biraz olsun yükseltirse veya en azından mevcut oranını korursa, AKP’nin tek başına anayasayı değiştirme hayali olan 367 bir kenara, referandum için gerekli olan 330 milletvekili çıkarması bile olanaksız görünüyor. Basit parmak hesabıyla bile bu ortada.

Bu durumda HDP veya bir başka partinin (ki şu anda öyle bir parti de yok) TBMM’ye dördüncü parti olarak girmesini engellemek, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başkanlık yolunda önünü açacaktır. Referandum için gerekli milletvekili elde etmesi halinde bile, başkanlık için derin bir oh çekecektir Erdoğan. Referandumda hiç kuşku yok ki istediği sonucu alacaktır.

Bütün bunlar hesaplanabılır noktalar ve büyük olasılıkla da AKP ve danışmanları konuyu sokaktaki insanlardan daha iyi analiz ediyor ve bunun için çözüm üretiyorlardır. Kimi zaman üretilen çözümler her zaman istenilen sonucu vermeyebilir, ama yine de ipin ucunun AKP’nin elinde olduğu ve başkanlık sistemi için tüm yolları deneyeceğini tahmin etmek hiç güç değil.

Peki ama, neden ille de başkanlık sistemi? Şu andaki yetkileriyle ve anayasayı açıkça ihlal etmesine rağmen müdahaleleriyle Erdoğan en azından partili cumhurbaşkanı görevini yürütüyor, hatta daha da ileri gidip, yarı başkan olarak bile ağırlığını koyuyor. Bu tavrını sürdürmesi, yargıyı, medyayı ve tüm bürokrasiyi eline geçirmesiyle mümkündü, bundan sonra adım adım ve “defacto” bir şekilde başkanlık sistemini yerleştirecektir. Artık anayasayı ihlal gibi bir suçtan da korkmasına gerek yok, yeteri kadar ihlal etmiş durumda. Ayağı kayar da tökezler veya yere kapaklanırsa, bu güne kadar yaptıkları onun cezalandırılması için yeter de artar bile.

O halde niye?

Frederic Engels, “Blankici Komün Mültecilerinin Programı” adlı makalesinde Auguste Blanqui için şöyle yazıyor: “ Blanqui her devrimi, küçük bir devrimci azınlığın ani bir darbesi olarak gördüğünden, bundan çıkan doğal sonuç, böyle bir şeyin başarısının kaçınılmaz sonucunun bir diktatörlüğün kurulması olduğudur. Şurası iyice anlaşılmalı ki, tüm devrimci sınıfın (aslında burada sözü edilen devrimci sınıfın, olumlu anlamda devrimci sınıf ile ilişkisi olmamalı. Engels’in sözünü ettiği devrimci kelimesi, olumlu ya da olumsuz her değişimi kapsamakta. Karşı devrim de bu sözcüğün anlamı içerisinde değerlendirilmeli), proletaryanın değil, ayaklanmayı gerçekleştiren ve ilkin bizzat kendileri bir iki kişinin diktatörlüğü altında örgütlenmiş az sayıda kişinin diktatörlüğüdür söz konusu olandı.”

Bu ne demek? Bu, bir ara anarşizmle aynı kefeye konan blankizmin, prolaterya değil de değişimi sağlayan sınıfın yönetimi ele geçirdiği andan itibaren diktatörlük yolunun açıldığını anlatmaktır. Anarşizmde bilindiği gibi bir yönetici sınıf yoktur. Blankizm ise küçük ve sonuca giden devrimleri savunmakta ve bir avuç devrimcinin iktidarı ele geçirmesiyle büyük halk hareketlerinin bunu izleyeceği kuramına dayanmaktaydı. Bu anlamda anarşistlerden ayrılıyorlardı ve marksizm ile anarşizm arasında bir yerde sıkışıp kalıyorlardı. Nitekim bir süre sonra da ilgi ve iddiasını yitirmek zorunda kaldı. Marks ve arkadaşlarının ekonomiyi de kullanarak ortaya koydukları “sınıfsal ideoloji”, Proudhon ve Blanqui’nin düşüncelerinin “kadük” olmasına neden oldu.

Ama özellikle Blanqui’nin “diktatörlük” üzerine yürüttüğü savlar, tarihin akışı içerisinde büyük oranda doğru çıktı. Diktatörlük için büyük halk kitlelerinin yolu açmasına gerek kalmadan, karşı devrim yasalarıyla yolun açılabileceği tehlikesi vardı ve Blanqui’nin tedirginliği buradan kaynaklanıyordu. Elbette Marks ve Engels’in de.

Günümüze uyguladığımızda, anayasa veya yasaların değişikliği için önümüze sürülen her referandum oylaması, Blanqui’nin söylediği “küçük gruplarla yapılan darbeler” niteliğindedir ve kaçınılmaz olarak içinde tek adamlık yönetimini barındırır. Diktatör denince insanların küfür yemiş gibi sinirlenmeleri de anlamsız aslında, tek adam yönetimi dendiğinde zaten akla gelen sıfat diktatörlüktür, başkanlık değil.

Üstelik, Blanqui ve onun peşinden giden kuramcıların diktatörlük konusunda net bir tanımları da yoktu. Diktatörlük söz konusu olduğunda, yönetim sistemi de kendiliğinden çöküyor ve tek elden bir keyfi yönetim egemen oluyordu. Hiçbir şekilde koşullar değişmiyor, tüm anayasal ve yasal haklar bir kişinin dudakları arasında sonsuza kadar kilitleniyordu.

Bu nedenle başkanlık sistemleri ile diktarörlük sistemlerini çok iyi irdelemek ve birbirlerinden ayrıldığı noktaları net biçimde ortaya koymak gerek. Ülkeye göre “başkanlık sistemi” olamayacağına, olduğunda ise ona başkanlık sistemi denemeyeceğine göre.

Geriye bir tek diktatörlük kalıyor.