İran-Suudi Arabistan gerginliğine bir de bu açıdan bakın

15. yüzyılın sonlarına doğru Avrupa’da Hıristiyanlığın durumu şöyleydi: Katolik kilisesi gücünün en doruk noktasına ulaşmıştı. Papalık tüm Orta Çağ boyunca otoritesini tüm Avrupa kıtasına yaymıştı.

Ama işte tam bu sıralarda da, Saksonya başta olmak üzere Katolik mezhebine karşı hoşnutsuzluklar önce Almanya’da kendini gösterdi. Daha sonra bu hoşnutsuzluk neredeyse tüm Avrupa’yı kapladı. Kuzey Almanya, İsviçre’nin bir bölümü, İskandinav ülkeleri, İngiltere, İskoçya ve Fransa’nın bir kısmı Roma kilisesinden kopmaya başladı.

Roma Katolik kilisesine karşı bu başkaldırı bir rastlantı değildi elbette...

16. yüzyılın tamamını kaplayacak olan dinsel reformların hazırlıkları aslında İsa’nın doğumundan beri hazıranıyordu ve Katolik kilisesi de bunun farkındaydı, önleyebilecek tek şey de aslında “savaştı”. Öyle de yaptılar.

Gücünü giderek artıran Roma kilisesi aslında birkaç yüzyıldır kendi sonunu felaketle bitirecek olan bir yoldan yürüyordu. Zenginliğin getirdiği bir baş dönmesiyle de bununu asla farkında olamıyordu. Başta bütün dünyayı kavramayı, dinsel açıdan insanlara iyilik ve erdemi öğretmeyi üstlenmiş olan Roma kilisesi ve ona bağlı Katolik kiliselerindeki rahipler tamamen dinsel figürlerin ve öğretilerin arasına sıkışıp kalmış ve giderek cehalete varan bir bilgisizlik denizinde yüzmeye başlamışlardı. Geçerli olan şey din dışı bilginin yararsızlığı, ahlaksızlık ve açgözlülüktü.

Bu değişim, Katolik kilisesinin siyasete bulaşmasını da beraberinde getirdi. Zira, siyasete egemen olamadığı sürece kitlelere de egemen olamayacağını anlayan Papalık, bütün varlığıyla siyasetin içerisine “bodoslama” daldı.

Bu hareket beraberinde zaten varolan hoşnutsuzluğun somutlaşmasını getirdi. Artık itiraz sesleri yükselmeye başladı, Katolik kilisesinin tüm Avrupa’ya, hatta dünyaya egemen olmaya çalışan bir “siyasi” güç olması şiddetle kınandı.

Sermaye, Katolik kilisesinin ve beraberinde Hıristiyanlığın yaşaması için en önemli unsurdu ve Roma bunu çoktan fark etmişti. Ama uygulamaya koyması yılları aldı. Kilise, tıpkı Roma İmparatorluğu’nun topraklarını genişletmesi gibi, kendi toprak varlığını genişletme kaygısına düştü.

Bu da, özellikle daha sonra Protestan olarak adlandırılacak karşı grubun dikkatini çekiyordu. Roma Katolik kilisesi yavaş yavaş dinsel öğretileri, telkinleri bir yana bırakıp sermaye birikimine doğru hızla ilerliyordu. Dinsel inançlar tamamen ikinci plana itilmiş durumdaydı. Roma ayakta olduğu sürece Hıristiyanlık, temelinde Katoliklik ayakta kalabilirdi ancak ve bu nedenle de öncelikle siyasi kimlik de kazanmak zorundaydı. Böylelikle de Hıristiyanlığın temel ilkeleri bir kenara bırakıldı, İncil temel başvuru olmaktan çıktı ve başta Almanya olmak üzere tüm Avrupa’da dini sömürge grupları oluşmaya başladı. Her şey tanrı ve İsa adına yapılıyor diye yaygınlaştırılıyor, ama kurallar tamamen ticari ve siyasi olarak uygulamaya konuyordu.

Almanya, tüm Avrupa’da siyasi ve dinsel açıdan en zayıf halkaydı. Sermaye birikimi en kolay bu ülkeden sağlanabilirdi. Roma kilisesinde ise artık bozulma had safhaya ulaşmıştı ve bütün kardinaller, rahipler din öğretisi dışında tamamen parasal kaygılarla hareket etmeye başlamışlardı. Düstur şuydu. Para varsa ancak Kilise var olabilir. Ama kuşkusuz bütün bunlar büyük gizlilik altında gerçekleşiyor, halk karşısında din adamları İsa’nın öğretilerinden “dem” vuruyorlardı. Artık Roma Katolik kilisesinin dini hiyerarşisi kardinallikten, rahiplikten vazgeçmiş, tam anlamıyla bir “keşişlik” müessesine dönüşmüştü. Rahiplik atamaları tamamen Kilise’ye yapılan bağışlarla gerçekleşiyor, dini bilgiler dahi gözönüne alınmıyordu.

Hıristiyanlığın ilk yıllarında birer bilim ve sanat yuvası olan kiliseler tamamen yok olmuştu ve yerini bağnazlığa ve ranta bırakmıştı. Artık İncil bile tek kitap olarak kabul edilmiyor, birçok İncil yorumu havalarda uçuşuyordu.

Katolik Roma kilisesine karşı ilk tepkiler 12. yüzyılın başlarında kendini göstermeye başladı. Bir muhalefet hareketi olarak başlayan ama yeterince taraftar bulamayan “protestocu” kesim, Roma kilisesinin giderek yozlaşmasıyla 15. yüzyılın sonlarında yeterince güçlenmişti. Dine karşı duyarlı insanlar Katolik kilisesine karşı bir protesto girişiminde bulunmaya kararlıydılar.

Başlangıçta bu protesto hareketleri Roma kilisesini fabrika ayarlarına döndürmek, Hıristiyanlığın ilk günlerini yeniden diriltmek ve kilisenin yapısının temelini İncil üzerine kurmak olarak başladı.

12. yüzyılın başlarında Clairvaux yöresinden Bernard adlı bir rahip, Roma’nın siyasi iktidarına karşı ilk savaş açanlardan biri oldu. Ama tuhaftır ki, Rahip Bernard Roma’nın siyasi girişimlerinden ve toprak genişletmeye çalışmasından çok “laikliğe” verdiği tavizler nedeniyle karşı geliyordu.

14. yüzyıla gelindiğinde Alman din bilginlerinden Meister Eckhart, Johannes Tauler, Heinrich Seuse ve birkaç kişi daha doğrudan Roma’ya karşı olduklarını ve Roma otoritesini kabul etmediklerini açıklamışlardı. Bu isimler, dinde aşırı biçimçiliğe kaçınılımasını yanlış buluyorlardı. Bu hareketlerin yanı sıra, Avrupa’nın farklı yerlerinde kiliselerde devrimin gerekliliği tartışılıyordu. Oxford profesörlerinden John Wycliffe’in öğretisinde, tüm kilise hiyerarşisi ve keşişlik reddediliyor, din kaynağı olarak sadece İncil kabul ediliyordu.

Roma Kilisesi’ne karşı devrim hareketi ise ancak 16. Yüzyılın başlarında Almanya’da başladı. Bu, Batı Avrupa tarihinde yeni bir çağın açılması anlamına geliyordu ve adı da Reform hareketi olarak anılacaktı. Reform hareketi yalnızca Katolik Roma kilisesine karşı bir tepki değil, aynı zamanda tüm Orta Çağ gericiliğine de tepki sayılırdı.

Aydınlanma çağı yaklaşıyordu.

Şimdilerde yaşadığımız Suudi Arabistan-İran gerginliğini, Ortadoğu’da hüküm süren Sunni-Şii kavgasını ve din kargaşasını bir de bu gözle değerlendirmek gerek.

Konu burada bitmiyor elbette, ama bu sayfalara sığmayacak kadar uzun bir “mezhep savaşları”dır Avrupa’nın Aydınlanma çağı öncesi yaşadıkları ve günümüz Ortadoğu siyasetine de ışık tutacak niteliktedir.

Yararlanılan kaynak: Б. Д. Порозовская, Мартин Лютер Его жизнь