Hangi müzik 2015'i anımsatacak?

1970’li yılların ikinci yarısında başlayıp, 2000’li yılların başına kadar süren ünlü Komiser Colombo dizisi bir dönem herkesi ekranlara bağlamıştı. Dizinin özelliği, cinayetin bölümün hemen başında verilmesi ve ardından da Colombo’nun cinayeti çözmesi üzerine kuruluydu. Bu çok uygulanan bir yöntem değildi ve Colombo’nun sarsak tavırları, aptal numaralarına yatmaları ve konuyu başka yönlere çekerek suçluyu şaşırtma taktikleri çok benimsendi ve dizi vazgeçilmezler arasında yerini aldı.

1993 yılının Ocak ayında Rutkay Aziz ve Tunç Başaran ile “Piyano Piyano Bacaksız” filminin Yabancı Film Oscar aday adayı olarak gönderilmesi sonucu Los Angeles’e gittiğimde tanışmıştık Peter Falk ile. Los Angeles Baş Konsolosu Mehmet Emre’nin konsoloslukta verdiği resepsiyona da tıpkı Colombo filmindeki gibi gelmişti.

Colombo filmlerinin bazıları insanı şaşkınlığa düşürecek kadar kusursuz cinalyetlerden oluşuyordu ve bu da insanları büyük bir heyecanla ekranlara bağlıyordu. Bazıları ise birer “cinayet felsefesi” dersine dönüşüyor ve belki de bilmediğiniz birçok ayrıntıyı önünüze seriyordu. Katilin hatası veya Colombo’nun abartıya kaçan zekası olmasa asla çözülemeyecek cinayetler ardı ardına ekranlardan akıp gidiyordu.

Murder With Too Many Notes (2000 yılı yapımı, yönetmen: Patrick McGoohan) adlı bölüm, cinayetten çok müzik üzerine kurgulanmıştır ve “öldürme” sanatı yerine sanki bir müzik dersi gibidir. En iyi ağlayan enstrümanın viyolonsel olduğunu bu bölümde öğrenmiştim mesela...

Hollywood’un “cinayet ve dehşet” filmlerine müzik yapan ve aynı zamanda orkestrayı da yöneten Findlay Crawford adlı müzisyen, öğrencilerinden Gabriel McEnery’nin bestelerini sahnelemekte, bunları da kendi bestesi gibi sunmaktadır. Başlarda duruma ses çıkarmayan McEnery, bir süre sonra tüm övgüleri Crawford’un almasından ve kendisinden hiç söz edilmemesinden rahatsız olur. McEnery, durumu herkese anlatacağını ve hatta büyük müzik ödülünü aldığı besteyi bile kendisinin yaptığını açıklamanın zamanı geldiğini belirtir. Notaların orijinalleri de kendisindedir.

Durumun kendisi için bir felaket olacağını düşünen Crawford, McEnery’yi öldürmeye karar verir. Bundan sonrası tamamen cinayet planlaması, Crawford’un zekice McEnery’yi ortadan kaldırması ve doğal olarak da Colombo’nun onu yakalaması ile sürer gider.

Dizideki bu bölümünün diğerlerinden ciddi olarak farkı, müzik üzerine üretilmiş ve çoğumuzun da belki bilmediği bir yığın felsefe üzerine kuruludur. Asıl ilgi çeken noktalar da zaten bunlardır. Bir çeşit James Bond’un yaratıcısı Ian Fleming’in her romanında bir oyunu açıklaması veya anlatması gibi bir yapı üzerine kurulmuştur bu bölüm.

Colombo’nun hiçbir filmde görünmeyen, ama sürekli dilinde dolandırdığı karısı burada da devreye girer. Orkestra prova yaparken stüdyoya dalan Colombo, Crawford’un sinirlerini de bozsa, kendine hakim olan Crawford, “adınız Colombo olduğuna göre, İtalyan kökenli olmalısınız” der ve çok bilinen bir Napolinten parçası çalarak Colombo’yu coşturur. Ardından bir türlü telaffuz edemediği Çaykovski’den söz etmeye kalkar Colombo, orkestra elemanları da onunla “bilseydin şaşardık” diye alay eder.

“Bir başka şey” diye araya girer Colombo. “Sizler filmler için müzikler çalıyorsunuz ve bay Crawford da büyük bir ödül almıştı bu müziklerden biriyle, öyle değil mi bay Crawford?”

“Arkadaşlarımın da katkısıyla elbette” der Crawford.

“Garipsediğim şu” diye sürdürür Colombo. “Biri bana izlediğim bir filmden, müziğini sevip sevmediğimi sorsa, hiçbir şey hatırlamıyorum.”

“Sadece müzik kötü olduğunda anımsarsınız bay Colombo” der Crawford. “Tabii Oklohama Sound of Music gibi bir müzikal değilse. Fakat filmler için müzik olması gerektiği gibi yapıldığında, onu hiç anımsamazsınız, ama onun neyi simgelediğini anımsarsınız.”

Crawford piyanonun başına geçerek, “Sana burada küçük bir parça çalacağım” der. “Ve siz ben çalarken size neyi anımsattığını bana söyleyin.”

Alfred Hitchcock’un “Sapık” filminden bir bölüm çalar. Colombo filmi anımsar. Ardından Jaws’ın film müziğini çalar, Colombo zor da olsa, onu da hatırlar. Son olarak da, aslında bestesi McEnery’ye ait olan son filminin müziğini çalar... Burada aslında cinayetin çözümü vardır, ama izleyici ancak bunu filmin sonunda anlar.

Ancak, burada anlatmak istediğim bir cinayet dizisinden bölüm değil. Müziğin film içinde belki hiç dikkat çekmeyebileceği, ama ayrıca çalındığında filmi anımsatacağı yaklaşımıdır. Yani görsel sanatlarla müziğin muhteşem birikteliği.

Tek başına olduğunda kimi müzikler elbette çok etkileyicidir belki, ama eğer bu sizde bir de görsellik yaratıyorsa, ki bu illa bir film veya tiyatro oyunu olması şart değil, etkisini belki on kat artırmaktadır.

Casablanca filmindeki ünlü cümleyi herkes hatırlar: “Play again Sam...” Ama müziği hatırlayan kaç kişi vardır? Ancak, müzik canlı olarak kulağınıza ulaştığında, tuhaftır ki Casablanca filmi birden aklınıza düşüverir. Ya da ne bileyim, “I’m singing in the Rain” çaldığında Gene Kelly’nin şemsiyesiyle dansı akla geliverir, “Raindrops Keep Falling on my Head” çaldığında başrollerini Paul Newman, Robert Redford ve Katharine Ross’un oynadığı “Butch Cassidy and the Sundance Kid” filminde Paul Newman ile Katharine Ross’un bisiklete bindiği sahne aklınıza düşüverir.

Bunun gibi binlerce örnek verilebilir elbette.

Bunlar güzel örnekler...

Bir de bunları “vahşi” ve günlük hayata dönük olanları var.

Diyorum ki kendi kendime, 2015 gibi acı ve karanlık günleri bize acaba yıllar sonra hangi müzik anımsatacak?

Sizce?