Enerji ucuzluyor, ama dünyayı kurtaramayacak

Bugünün yöneticileri dini referans olarak arkalarına alarak iktidarı ele geçirdiler ve 13. yıllarını da tamamlayıp, 14. yaşlarına bastılar. Dine bakışlarındaki “inanç” hiçbir zaman gerçek referans olmadığı gibi, giderek daha da “formel” hale getirdiler ve halkın da buna uymasını sağladılar.

Göstere göstere “Cuma namazlarına” gitmek, iftar çadırları kurmak, toplu halde cenaze namazlarına katılmak, başörtüsünü simgeleştirmek, okulları imam hatiplere çevirmek, din ile ilgili en saçma konularda fetvalar vermek ve benzeri daha birçok şekle dayalı ibadet yöntemi yaygınlaştı.

Ama asıl sorun daha da derinde. Gerçek anlamda Müslümanlığın gereklerini yerine getirmeyen ve bunu tamamen siyasi amaçla şekilciliğe savuran yönetim; insan hakları, adil ve paylaşımcı yaşama, eşit vatandaşlık gibi temel konuları bir kenara bıraktı ve bir zamanlar Katolik Kilisesi’nin gittiği yoldan yürümeye başladı: Tek otorite olmak.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın devlet başkanı olmak istemesinin temelinde aslında, otoritenin yaygınlaşması ve daha büyük bir otoritenin kendi altında yeni otoriteler yaratacak zemini hazırlanması yatıyor. Değilse, şu anda zaten herhangi bir cumhurbaşkanı yetkilerinden çok daha fazlasını kullanıyor Erdoğan. Anayasal suç işliyor filan da denemez artık, zira ortada ne bir anayasa ne de ona bağlı veya bağımsız bir yargı kalmış durumda.

Yine Batı Avrupa tarihine gönderme yapacak olursak, ortaya bazı “aynılıklar” çıkıyor. Henüz Hıristiyanlığın ortaya çıkmadığı Eski Yunan’da ahlak seviyesinin daha düşük olduğu bizzat Hıristiyan misyonerler ve Roma Kilisesi tarafından savunuluyordu, oysa zaman ilerledikçe anlaşıldı ki Hıristiyanlık güçlendikçe ve Roma otoriteyi eline aldıkça “iyi-güzel” kavramlarıyla “kötü-çirkin” kavramları ılık sudan soğuk suya geçiş gibi yavaşça ama hissettirilmeden gerçekleşti. Bu da beraberinde müthiş bir “ayrımcılığı” ortaya çıkardı.

Yönetimin sağlamlaştırılmasının “ayrımcılıktan” (şimdiki anlatımıyla 'böl yönet'ten) geçtiğini ta o zamandan fark eden Hıristiyan dünyası, dağınık ve kontrol edilemez bir Hıristiyanlık yerine, ayrışmış ama güçlü bir Katolik kilisesi kurmanın daha akıllıca olduğunu zaten biliyordu.

İlk Çağ felsefecilerinden şöyle bir miras kalmıştı Hıristiyanlık dünyasına: Socrates iyiliğin güzellikten daha önemli olduğunu savundu. Platon ruh güzelliğine dalarak felsefeyi mistik havasına soktu ve iki kavramı birleştirdi, Aristoteles ise sanata, yani bir bakıma güzelliğe atıfta bulunarak her ikisinden de ayrı bir değerler bütünü yarattı. Lev Tolstoy’a göre ise her üçü de ikisinin bir noktada bağdaştığı gerçeğini bildikleri halde bunu hayata geçirmekte veya düşünce düzeyinde paylaşmakta “iyi niyetli” olmadılar.

Sistemi yönetmek için doğruların her zaman birer kural olarak kullanılmadığı İlk Çağ’dan bu yana gelen geleneksel bir yöntem. Doğruların en az eksikle de olsa yaşama uygulanması halinde ortaya çıkan dünya güzellik ve iyilikle dolu olacak diye düşünülürken, bunun böyle olmadığı da ortaya çıktı. Zira herkesin mutlu ve huzurlu yaşadığı bir dünya o zaman da “ütopikti” şimdi de aynı özelliğini sürdürüyor.

Anarşist felsefecilerin yaratmak istediği “yöneticinin olmadığı bir dünya” ise belki buna en yakın yönetim biçimi olarak görülebilir, ama Thomas Moore’un ütopyasından bile daha ütopiktir.

Günümüz siyasetinde, yalnızca bu ülkede değil hemen tüm dünyada, estetik bilimiyle birlikte doğa biliminin (fizik-matematik) ulaştığı düzey fersah fersah ileridedir, ama yalnızca teknoloji olarak. Felsefe ve bilimsel bilgi anlayışı İlk Çağ’ın çok gerisinde kalmıştır. İnsanlık, İlk Çağ doğa bilimcilerinin akıl yürütme yöntemine yeniden ulaştığında Aydınlanma Çağı başlamış, ama ardı ardına gelen dünya savaşları sonrasında yeniden kabuğuna çekilerek formel din dogmalarının arkasına sığınmaya başlamıştır. Bunun adı aslında açıkça çaresizliktir. Büyük sermaye gruplarının dünyayı yönetmesi insanın var oluşundan bu yana hiç değişmediği biliniyor, ama bunun giderek “vahşileşmesi”, dünyanın sonunu da getirecek. Bundan korkan büyük sermaye sahibi azınlık da bir yandan gelirinin bir kısmını paylaşma yoluna giderken, diğer yandan da hiç olmadığı kadar “dini dogmaları” kullanmayı seçti.

Nüfusun hızla azaltılması gerekiyordu.

Bunun için en iyi ortam da Müslüman ve Hıristiyanlığın zayıf olduğu noktalardı. Buralarda ayrıştırmaya ve düşmanlık yaratmakla, dünya “nimetlerini” paylaşmak daha rahat olacaktı. Nitekim böyle bir harekât da onlarca yıldır yürütülüyordu.

Çin işi bozdu. Önce dünya ekonomisini allak bullak edecek bir büyümeyle tüm dünyanın “küçük sanayi üretimine” egemen oldu (bir zamanlar Japonya’nın yaptığı, ama sürdüremediği gibi), ardından da hiç beklenmedik anda büyüme hızını düşürdü ve daha da korkunç olanı, “ikinci çocuk edinme” hakkını yeniden ailelere verdi.

Tüm dengeleri altüst eden de “ikinci çocuk” kararı oldu. Bir yandan 7.4 milyara yükselen nüfusu doyurmaya çalışan bir dünya bu yükten kurtulmaya çalışırken, darbe başka yerden geldi.

Sermaye dünyasının “karnını doyuracak kadar geliri olan” insanlara asla ihtiyacı yoktu, zira onlar ürettikleri malları tüketme şansına sahip değildi. Bu yüzden de ölmeleri “paylaşım” açısından yaşamalarından çok daha yararlı olacaktı.

Şimdi ne olacağı konusunu açıkçası kimse bilmiyor.

Yeniden “din savaşlarının” başlaması an meselesi… Önümüzdeki yıllarda çıkacak büyük kitle imhalarında ülkelerin anlaşmazlığı söz konusu bile olmayacak. Her şey yeniden din savaşlarına dönüşecek.

Yaşayıp göreceğiz.