Sartre’ın öngörüsü

Jean Paul Sartre, 17. yüzyıl ile 20. yüzyıl arasında üç dönem gördüğünü belirtir. Bunlar sırasıyla Descartes-Locke, ardından Kant-Hegel, son olarak da Marks-Engels dönemleridir.

Özellikle Kant’ın “varlığın nedeni” konusunda insan aklını en soyut düzeylere çeken görüşlerinin henüz çözülemediği yüzyılımızda, Hegel’in çabalarıyla ayakları üzerinde durmaya çalışan Kant felsefesinin, Marks’ın kendi deyişiyle “ters çevirmesiyle” sınıfsız bir topluma doğru gidileceği hayal edilmeye başlanmıştı. Hayal, hayal etmenin gereğini yaptı ve Marks’ın asla reddedilemeyecek düşünceleri birkaç yüzyıl sonrasına kaldı.

Bu zorunluydu, çünkü kapitalist bir dünyanın tüm üretim araçlarına sahip olduğu bir dünyada, kapalı kapılar ardında sosyalizmi gerçekleştirmek mümkün olamıyordu. Lenin’in ölümünden sonra aksayan Sovyet rejimi, Tito’nun ölümünden sonra Yugoslavya’nın parçalanışı gibi, Castro’dan sonra da Küba’nın yok oluşunu izleyecektir insanoğlu.

Bu durumda, devrini şimdilik kapatmış olan Marks felsefesinin yerini bambaşka bir felsefe doldurmaya başladı. Proudhon’un başı çektiği anarşizm... Zaten Proudhon, Marks ile yazışmalarında onun son sözü söyleyen otoriter olmasından rahatsızlık duyduğunu açıkça belirterek “sizin öğretiniz değişmeyecek diyor ve bunu savunuyorsanız, ben orada yokum” demişti.

Tam da Sartre’a göre bir felsefe dünyayı yeniden avucunun içine almak üzere denebilir. Proudhon, Bakunin, Kropotkin anarşizmiyle Camus, Beauvoir ve Sartre varoluşçuluğu yeni bir dünya düzeni için bambaşka bir felsefe arayışına girmiş durumda. İnsanlar daha önce göklerde aradığı mistik dünyanın aslında üzerinde yaşadıkları dünya olduğunun farkına varmaya ve bu dünyaya gelişlerinin bir “misyon” değil de “rastlantı” olduğunu düşünmeye başladılar. Bir anlık da olsa, kafalarda “öteki dünyanın” olup olmadığı kuşkusu doğmaya başladı.

Bir başka kuşku da her türlü “izm”lerde bir yönetici tabakanın olmasıydı. Buna da anarşistler “hayır” diyorlardı.

Bu asla, Tanrıya bir başkaldırı veya ona bir inançsızlık anlamı taşımıyor elbette. Daha çok, ucu hep açık kalan, kalmak zorunda olan felsefi doktrinlerin tükenişinin yansıması olarak yaşanıyor. Felsefenin günümüzde yaşadığı en büyük sıkıntı, bilimsel gelişmenin gerisinde kalmasıdır. Higgs parçacığının varlığı yüzde 99,9 kanıtlandığı ana kadar felsefe uzun yıllar bilimin arkasından koşturmakla yetindi. Bunu Stephen Hawking son kitabında belirtmişti.

Aydınlanma çağından yirminci yüzyılın sonlarına kadar hep önde giden felsefi düşünce, bilimsel (ve doğal olarak bunun günlük yaşama yansıması) karşısında geri kaldı. Hızla oluşturulmakta olan “sanal” dünyanın felsefesi ise somut karelere oturamamanın sıkıntısını çekti, çekiyor.

Bu gibi durumlarda da ortaya, Huntington’un kurnazca “uygarlıklar savaşı” diye isimlendirdiği, aslında doğrudan “dinler savaşı” demek istemediği bir felsefi görüş atılmıştır. Gelişmelere bakıldığında, Huntington’un, aklı başında her insanın tüylerini ürpertecek görüşünün hayata geçtiği görülmektedir. Sanal dünyanın kendine bir sanal felsefe yaratma çabasından öte bir şey değildir bu, ama günümüzde tüm dünyanın dehşetle izlediği bir “sona” doğru ilerlemektedir.

Sartre’ın da belirttiği gibi, bir felsefeye karşı olmak yeni bir felsefe yaratmaya yetmemektedir. Mekanik dünyada hemen her şeyin “karşıtların birliğinden” doğduğu kabul edilse de felsefenin bu kurala hiç uymadığı tarih boyunca gözlenebilir. Ne Kant, Locke’un felsefesine karşıt bir felsefeyle yola çıkmıştır ne de Marks, Hegel’in... Bundan sonra da Marks’a rağmen bir başka felsefe üretme olanağı yoktur. Olsa olsa, Marks’tan önceki doktrinlerin yeniden gündeme gelmesi yanlışına düşülebilir.

Öte yandan, sanal dünya için üretilmeye çalışılan felsefeler de bir uçtan mistizme sıkı sıkı yapışmak zorunda kalmakta ve “din” olgusunu daha kuvvetli, ama daha “dünyevi” olarak kullanmaktadır. Artık “bilinmeyen bir gücün” kendisine “yürü ya kulum” demeyeceğinin farkına varan insanlık, kendi başına bazı şeyleri değiştirebileceği kanısına varmıştır. Bu, kaderin insanı sürüklemesi yerine, insanın kaderi istediği yere sürüklemesi şekline dönüşmüştür. Yine bir bilinmeyen söz konusudur, yine mistik öğeler yaşama tümüyle hakimdir, ancak bu dünyanın hesaplaşması, düzeni ve kurgulanması bütünüyle insanın elindedir. O halde, hesaplaşmanın büyüğü, yaşamanın gereği bu dünyada yapılacak, başka dünyalara ise bilinmeyenin “hükümleri” bırakılacaktır.

Haçlı seferleri hiç de bu mantıkta değildi. O zamanlar gerçekten bir “misyonerlik” uğruna yapılan ve kutsal toprakları hedef alan “gözü dönmüş” saldırılar, Tanrı katında bir “görev” olarak nitelendiriliyor ve ödülünün başka bir dünyada alınacağı hesaplanıyordu. Günümüzde artık bu dünyada hesaplaşma önem kazanmıştır.

Bunun da yeni bir felsefe altyapısına ihtiyacı vardır. Kuşkusuz, sanal bir dünyanın gerçekte Kutsal Kitaplarda sözü edilen “cennet-cehennem” olup olmadığı da tartışma konusudur.

Her ne kadar acımasız ve gözü kara da olsa insanlık, kendi soyunu yok etmeyecek kadar aklı hep “rezervde” tutacaktır. Belli dönemlerde “zorunlu” hale gelen “doğal elemenin” bu kez insanlığın bizatihi kendisi tarafından gerçekleştirileceği ipuçları kolaylıkla algılanabilir. Enerji kaynaklarının giderek tükenmesi, dünyanın belli bir nüfusun üzerini besleyemeyecek olması, bir süre sonra soluk almanın bile güçleşeceğinin hesaplanması, kitleler arasındaki ekonomik uçurumun hızla açılması sonucu potansiyel aç (ve doğal olarak saldırgan) bir grubun tehlike arz etmesi, insanlığı kendi soyunu “aza indirgeme” planları yapmaya zorlamaktadır.

Bugün işte bu büyük sorunun tam eşiğindedir felsefe.

Tam Sartre’ın değinmeye çalıştığı, ama adlandıramadığı dönemdir.