Sanatın yalnızlaştırılması muktedirlere yarar

Tarih boyunca egemen ideolojiler sanatı iki türlü sınıfladı: Sınıfların üzerinde bir sanat ile eğlenceye yönelik yaygın popülist sanat. Oysa gerçek anlamda sanat ikisi de değildi. Sanatın sınıfların üzerinde olması düşünülemezdi. Toplum dışı olduğun öne süren sanat dahi, ister istemez bir kitlenin çıkarına hizmet etmek zorundaydı.

Dayatılan bu sanat yaklaşımından kurtulabilmenin tek yolu toplumsal sanattı, ama hep görmezden gelindi. Zira idealist felsefeye dayanan sanat düşüncesine göre sanat hep küçümsendi, süsleme olarak algılandı. Platon’dan Hegel’e kadarki sanatın yolculuğunda, sanatın din ve ahlakın hizmetinde olması gerekliliği vurgulandı. Kant’a gelindiğinde sanatsal eğilim daha da aşağılandı ve bir oyun olarak algılandı. Sanatın bu yoksul serüveni Hegel’e kadar hiç değişmedi. Hegel sanatı ilk kez ciddi biçimde irdelemeye girişti ve sınıflandırdı. Ama onun da büyük hatası sınıflandırma yönteminin tamamen biçime yönelik olması, sınıfsal mücadeleye hiç yer vermemesiydi. Hegel sanatı üç temel kategoriye ayırdı: Biçimsel, klasik ve romantik. Oysa bin yıllardır süren ve sınıfsal ayrımı eserlerine konu eden bir sanat kategorisi daha vardı. Bunu algılamak için ise insanların Karl Marks’ı beklemesi gerekiyordu. Gerçi Marks öncesi Belinski, Çernişevski ve Dobrolyubov bu konuda yetkin çalışmalar yapmışlardı, ama bunu sınıfsal bir temele oturtmakta hep zorluk çekmişlerdi.

Günümüze gelindiğinde, sosyalizmin Berlin duvarının yıkılmasıyla uğradığı büyük darbe elbette sanatın içeriğine de büyük darbe indirdi. Sanatın bir oyun olduğunu savunan Kant’a gönderme yaparcasına, eğlencenin ağırlık kazandığı, içerikten tamamen yoksun bir sanat anlayışı topluma egemen oldu. Bunda, Stephen Hawking’in de yaptığı yerinde saptamanın, yani felsefenin bilimin gerisinde kalmasının da büyük rolü oldu. Higgs parçacığının bulunuşuna kadar da sanat, öz suyunu aldığı felsefenin ortalıkta dolaşmadığını, kendisini yalnız bıraktığını anlayamadı. Romantizmin ucundan bile geçmeyen ucuz duygusallıkların, “hayatım romanların” ticari meta haline geldiği bir sanat yaygınlaştırıldı.

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından gelen müthiş umutsuzluk Sartre, Camu, Beauvoir’ın kimliğinde somutlaşırken haklı bir nedene dayanıyordu: Bir başka dünya savaşı... Tarih bunu olumlamadı. Bölgesel savaşlar tüm hızıyla sürerken ve İkinci Dünya Savaşı’ndan günümüze dünyada tek bir gün bile savaşsız geçmezken, umutsuzluğun toplumsal çıkmazların kıyısına bıraktığı sanat kendini toparlama gayretine girdi. Bir darbe de sosyalist dünyanın yıkılışıyla ortaya çıktı, sanat yine kabuğuna çekilerek, taklitlerinin piyasayı doldurmasına neden oldu.

Geçtiğimiz yüzyılın son yılları ile, bu yüzyılın ilk yıllarında, özellikle Güney Amerika’dan esen sol rüzgarlar sanatın da kıpırdanmasına neden oldu. Ancak bu kıpırdanma, tıpkı 18. Yüzyılın başlarındaki Orta Avrupa ile 19. Yüzyılın başlarındaki Rusya’da görüldüğü biçimde, bireysel çıkışlar olarak kendini gösterdi. Dünya yeniden bir Balzac, Stendhal, Puşkin vb. gibi dünya devleri yetiştirmeye hazırlanıyordu, ama dünya artık eski dünya değildi. İşçi sınıfının kimliği değişmiş, emeğiyle geçinen herkes bir sınıfsal kitle oluşturmuştu.

Bunu kanalize etmek ve sınıfsız topluma doğru giden bir dünyayı yaratmaya çalışan emek hareketine destek vermek de ancak sanatsal bir örgütlenme ile mümkün olabilecekti. Nitekim bugün gelinen nokta budur.

Sanatın kollektif bir üretim tarzı olduğu yanlışına düşülmeden, ama bunun tam karşıtı olarak toplumun kendi sanatçısını yaratmasına izin vererek yeni bir yola girildi. Vahşi kapitalizmin açtığı “rant” çemberinden kendini sıyırabilen sosyalist düşüncedeki yazarlar, yeniden ve tekrar sanatın içeriğinin biçimi belirlediği görüşünde birleşmeye başladı.

Bu eğilimler, tıpkı geçtiğimiz iki yüzyıllık sanatın serüveninde olduğu gibi bireysel çıkışlar olarak kendini gösterdi. Gelinen noktada bunun aşıldığı elbette söylenemez, ama içeriğin biçimi belirlemesine toplumsal hareketlenmeler neden olacağından, sanatçı kendini bu dalgalanmanın dışında düşünemeyecek. Buna direnen elbette olacaktır. Sanatın bir oyun ya da din ve ahlaka bağlı bir üretim tarzı olmaktan çıkıp da, kaba mesajları tamamen içinden atarak toplumu yönlendirmeye başladığı anda bir zafere imza atacaktır.

Bu, sosyalist bir örgütlenmeyi de beraberinde getirir. Biçimin içeriği belirlediği sanat anlayışından, tersine doğru giden bir anlayış toplumsal olmak zorunda. Bu somut ve değişmez bir olgudur. Yüzyılımızın en büyük hastalığı olan “yalnızlaştırma” politikasına karşı toplumun sığınacağı tek limandır.

Faşist ve baskıcı yönetimlerde muktedirler, her toplumsal faaliyetin kendi insiyatifleri ve izinleri dahilinde olması gerektiğinden hareketle kendilerine yönelen kalkışmaları önlemek zorunda. Zira onlar da bilmektedir ki, baskı dönemlerinde sanat hep yol gösterici ve aydınlatıcı olmuştur. Bunu köreltmek için çok basit ama etkin yöntemler kullanılır. Yakın tarihte bunun örnekleri sayılamayacak kadar çok. Nazım Hikmet’ten tutun da, Paul Robeson’a, Eisler Kardeşler’e kadar toplumcu sanatçılar yalnızlaştırılmış, cezalandırılmış ve hatta zindanlara atılmıştır. Arkasında toplumun gücünü hissetmeyen kimi sanatçılar çareyi ideallerini bırakmakta bulmuş, parmakla sayılacak kadar olanları da her şeye karşın direnç göstermişlerdir.

Bu anlamda başta örgütlü mücadelenin önemini her fırsatta vurgulayan “sol cephe” olmak üzere, bu düşünceye uzak ya da yakın herkesin sanatı ön plana almakla birlikte, sanatçısını da bir bütün olarak kollaması ve onu muktedirlerin ittiği yalnızlık koridorlarından çekip alması gerekmektedir.