Oy pusulaları yeni bir tiyatronun biletleri

Dün siyasi partiler aday listelerini YSK’ya teslim ettiler. Doğal olarak da bugünün köşe yazılarının bu listelerin yorumu ile dolması, hatta taşması gerek...

Ama umurum değil...

Sistem kendi yönetimini “idame” ettirecek her türlü tezgahı göz önünde hazırlıyor ve bunu sahneye koyuyor. Çoğumuz burada birer konu mankeni olarak görev alıyoruz ve bunu değiştirecek bir şey yapmak elimizden gelmiyor. Tek yapabildiğimiz şey, “iki elim kırılsa da bilmem ne partisine oy vermem,” söylemine takılıp kalmış durumda. Bu şu demek: Hiçbir partiden memnun değilim, bir oyum var ve ne yapacağımı bilemiyorum? Sistemi değiştirmek elimden gelmiyor, iktidarı değiştirmek de elimden gelmiyor. O halde ben de küserim...”

Tepki, Newton fiziğinin koşullarında yaşadığımız şu atmosfer basıncında mutlaka etkiyi de gerektirir, ama olmuyor. Toplumsal olaylar fizik ve matematik kurallarına hiç, ama hiç uymuyor. Herkes tutturmuş bir “merkez”, ya onun sağında ya da solunda yer alıyor, ama merkezde parti olmadığı gibi, merkezin siyasetinin ne olduğunu bilen de yok. Merkezin nerede olduğunu da öyle... Merkez diye bir sanal nokta işaretlenmiş, sağında ya da solunda olmakla bir kimlik kazanıldığı sanılıyor, ama elbette ilk çağdan bu yana gelen diyalektik yaklaşım burada hiç kullanılmıyor. Aşağı olmadan yukarıyı tanımlayamazsınız, yani karşıtların birliği kuralı. Merkez olunca, sıfır noktası olarak düşünmeniz gerektiği var sayılıyor herhalde ve doğal olarak sıfırın karşıtı yok veya yine sıfır. Bu durumda sıfır noktasının sağında veya solunda olarak sıfırdan sıyrıldığını düşünen siyasi partiler, Fransızların 1789 devriminden sonra geliştirdiği parlamento oturuş düzenine göre “sağ-sol” tanımı yapıyorlar. Ama bunun gerçek yaşamda karşılığı olmadığını, merkezi tanımlamadıkça, ne sağı ne de solu tanımlayamayacaklarını hiç gündeme getirmiyorlar.

Bu durumda enflasyonu veya trafiği canavarlara, dövizi faiz lobisine, yargıyı paralele, aklı bir üst iradeye, her toplumsal tepkiyi gezi lobisine, en ufak eleştiri veya itirazı darbeye, ekonomideki küçük sarsıntıları dış güçlere, maden kazalarını fıtrata, tren kazalarını kadere vb. bağlayıp kurtulmak da son derece doğal karşılanıyor. Ortada bir yığın düşman var, evet, ama kendileri ortada yok. Devekuşu siyasetidir bunun adı. Kafanızı kuma gömdüğünüz anda her şeyi gizlediğinizi düşünürsünüz. İşin tuhafı, kafanızı kuma gömüp saklandığınızda, muhalefet denilen güruhun da sizi göremiyor olması. Asıl problem de burada zaten.

Muktedirler sanal düşmanlar gösterdikçe, kargısını kapan, eşeğine binen muhalefet dört nala düşmana saldırıyor. Bilinen hikaye...

Bu ülkede artık “seni sevmiyorum, yalancısın” veya “senden nefret ediyorum, zalimsin” dediğiniz anda, öznesiz kurduğunuz bu cümle yüzünden bile yargılanabilir, en azından işinizden olabilirsiniz. Zira müthiş “hidroskopik” bir yönetimle karşı karşıyayız.

Çarlık Rusyasında Saltıkov-Şçedrin, “Büyüklere Masallar” adlı kitabıyla sansürü aşmayı başarmış. Aynı yöntemle “sansür” belasını aşan, aşamayan bir yığın yazar var dünya edebiyatında. Ancak, günümüz Türkiyesinde bunu bile yapmak zorlaştı. Zira hiciv sanatını kullandığınız anda da mevcut iktidar bunu kendi üzerine alınıyor. Eğer ki, tüm sistemin bırakın adalet yapısını veya gelir dağılımını, coğrafik yapısını bile eleştirmeye kalksanız, karşınızda kontrolsüz bir güç buluyorsunuz.

Salt bu nedenle, 8 Haziran’da, büyük bir sürpriz olmazsa gerçekleşecek genel seçimlerde hangi parti ciddi atılım yaparsa yapsın, Türkiye’nin sisteminde bir değişiklik olmayacak. AKP 330’u bulduğunda bambaşka anlamda sistem değişikliği için referanduma gidecektir, ama bunun bile başarılı olması, referandumun AKP ve doğal olarak Erdoğan için kolay geçmesi pek mümkün görünmüyor. Erdoğan için en akıllıca yol, pazarlık usulüyle başkanlık sistemine geçişi sağlamak, ki şimdiden o tür koalisyon çalışmaları da yapılıyordur herhalde.

Görünen o ki, koalisyon pazarlıklarıyla da başkanlık sisteminin gelmesi kuşkulu. Türk usulü de olsa, batı usulü de olsa, eyalet sistemini zorlayan ve parlamenter sistemi rafa kaldıran başkanlık sisteminin bu topraklara şimdilik uzak olduğu.

Seçimler, bildiğiniz gibi geçip gidecek. Önemli olanın artık “sandık” olmadığını son birkaç yıldır bu ülke insanı anladı. Elektrik facialarından, SEÇİS sistemine, bürokrasinin seçime müdahalesinden, itiraz yollarının tıkanmasına kadar bir çok “Matruşka” içinde geçmesi beklenen Haziran seçiminin hiçbir şeyi değiştirmeyeceği, en kısa zamanda da Türkiye’nin erken bir genel seçime taşınacağını, onunla da çözüm bulunamayacağından yeniden ve yeniden sandıktan medet umulacağını tahmin etmek hiç de zor değil. Sanıyoruz ki, Türkiye’nin kaderini “seçim” değiştirecek. Hayır efendim, Türkiye’nin kaderini ekonomi değiştirecek, bundan kaçış yok. Tüm sistemin öz suyunu sağladığı ekonomi keşke başka bir şeyle “ikame” edilebilseydi, ama mümkün değil. Yapacağınız her türlü eğitim, öğrenim, ahlak, düzen, huzur ve akla gelen tüm iyi şeyler ne yazık ki parayla, doğal olarak da adil gelir dağılımıyla birebir ilintili.

Merkezi tanımlamadan, sağına soluna konuşlanmış partilerle hazırlandığımız Haziran seçimi, arada bir aklımıza gelip de bilet aldığımız bir tiyatro oyunundan başka bir şey değil. Kendimizi kandırmayalım.