Kavramları pistoletle vuramazsın Yiğit...

Bilinen hikayedir: Hani emekliliğinden sonra ressam olmaya karar vermiş “darbeci bunak”, çiçek resimleri yapmaya kalkıp da, çiçekten başka her şeye benzeyen amorf resimler çizince, evinin bahçesindeki tüm çiçekleri kestirmiş ya, o hesap, işini bir türlü beceremeyen, ekonomi bilgisi de IMF’de kalan “dahi çocuk” Yiğit Bulut da, yakında doların ve euronun kaldırılması talebinde bulunabilir.

Montaigne, Denemeler kitabında çalgıcı Antigenides’in bir şey çalacağı zaman kendinden önce ve sonra etrafındakilere kötü şarkılar dinlettiğini söyler. Baktı ki Erdoğan Saray’ın gidişi kötü, danışmanlarında değişiklik yapma yolunu seçti. Bir bakıma haklıydı da, zira kendisine yakınlığından hiç kuşku duymasa da, Yiğit Bulut gibi kendini ruhuyla teslim etmiş de olsa, onun daha “cin” fikirlere ihtiyacı vardı.

Yiğit Bulut ve benzerlerinin ise lambasında hiç cin kalmamıştı. Civanmert ekonomistimizin ekonomi tavsiyelerini bir kenara bırakıp da iki tabanca ile ortalığa fırlaması da bundandır. Bugüne kadar yukarıdaki ressam ya da çalgıcı gibi davranarak idare etmeyi bildi, ama sorunlar somutlaşınca, patron da işlerin hiç de “idareyi maslahat” düzeyinde gitmeyeceğini anladı.

En büyük sorunlardan biri insanın kendini aldatması. Plinius, “herkes kendi için bir derstir, yeter ki kendisini yakından görmeyi bilsin,” diyor ya, işte bütün mesele de burada odaklanıyor. Bir bakıma ilk çağlardan günümüze kadar tüm filozoflar, insanın önce kendisine sonra başkalarına ders vermesi gerektiğini önerirler. Yani bildiklerini söylemekten çok daha önemlisi, insanın kendini öğrenmesidir.

Bu, siyasetin her kademesinde fazlasıyla geçerldir. Hayatın her kademesi için de geçerlidir elbette, ama sıradan bir yaşam sürecinde bunun çok büyük önemi olmayabilir, zira yitirilecek ya da tırmanılacak bir zirve yoktur ortada. Bilim adamları, yazarlar da çok fazla önemsemez kendini bilmenin öncelikli olmasını. Bir tek filozoflar bununla uğraşmıştır.

Oysa yüzyılımızda ve elbette geçen yüzyılın ikinci yarısında da felsefe, bu işe gönül vermiş insanlar arasında bile itibarsızlaştırıldı. Higgs parçacığının 1966 yılında Higgs tarafından ortaya atılması ve ancak geçtiğimiz yıl varlığının kanıtlanması felsefeyi biraz diriltir gibi oldu, ama henüz erken. Hawking’in “kara delikler”, “büyük patlama” ve “radyasyon” üzerine yaptığı akıl yürütmelerini de bu kapsamda değerlendirmek gerek.

Oysa önce kendini bilmek ve ancak ondan sonra diğer bilgilere ulaşmak düşüncesi bir kenara bırakılmıştı ve doğal olarak da insanlar bir düşünce üretmeyip başkalarının düşüncelerini aktarıyorlardı. Çok nadir insan da düşünceler arasında bağlantılar kurarak kendine özgü düşünceler üretebiliyordu. Ama bu da Kant’ın “aklın sınır” kuramıyla örtüşüyordu: Ne üretirlerse üretsinler, bu dünyada hali hazırda var olanın dışına çıkamıyorlardı. Hala da çıkılabiliyor değil, ama umut çok arttı.

Evrenin sonsuzluğu içinde kendisine merkez arayan insanlığın bunu bulamayacağı gerçeğini kabul edersek eğer, nerede durduğumuz, bulunduğumuz konusunda hiçbir fikrimiz olmadığı ortaya çıkar. Bunun sonucunda, bin yıllardır süregelen geleneğin dışına çıkıp da, kendi zekasını karşısındakinden çok daha üstün görmeye başlarsa insanlar, bir süre sonra çözümün aslında kendini bilmemekten kaynaklandığının da farkına varır veya varması gerekir. Varmadığında da tabancalarını çeker. Ama hep dolar, euro, faiz, rant, yoksulluk, çöküş, hukuksuzluk, huzursuzluk vb. gibi kavramların pistoletle avlanamayacağı unutulur.

Ve hatalar başlar. Söyemde başlar önce, ardından eylemlere dökülür. Kabalaşılır, sertleşilir, tartışmalardaki Gökçek taktiği uygulanır, konu değiştirilir falan filan. Ama sorun orada tüm somutluğuyla durmaktadır ve artık “akıl” onu çözecek kadar ne problemi ne de kendini tanımaktadır.

Hataları saçmalamalar izler. Saçmalama, siyasetçilerin en son başvurduğu dahiyane bir yoldur. İlk kim yapmıştır bilemiyorum, ama ne zaman yapıldıysa büyük yarar sağlamıştır muktedir olana. Zira bir süre daha kaos yaratmaya, problemlerin askıya alınmasını sağlamaya yarar. Ama bir süreliğine... Artık yolun sonuna gelindiği, muktedirlerin saçmalamalarıyla kendini göstermeye başlar. Eğer saçmalamalar dizginlenemeyecek kadar çoğalırsa, artık ortada iktidardan söz edilemez.

Problemin ortadan kaldırılması için acilen dış yardımlara ihtiyaç vardır. Gelir de. Ama bencillik öylesine büyük tavan yapmıştır ki artık, dışarıdan gelecek her türlü yardım sistemi kurtarmaktan çok, sistem içindeki unsurların birbirlerine düşmesini sağlar. Aslında “yardım” eden dış mihraklar bunu çok iyi bilmektedir ve çöküşün hızlanması için son hamlelerini de “yardım” adı altında yaparlar.

Türkiye’nin içinde bulunduğu son durum budur. Bu vahim durumdan çıkış için bize parmakla gösterilen çözümlerin hiçbiri de geçerli değildir. Bizi asıl ilgilendiren nokta da zaten bu. Ama bu konuya da girersek eğer, bu yazının sonunu getirmek iyice güçleşecektir.