Diktatörler için 
süre bitti

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, önceki gün yaptığı konuşmada 30 yıl sonra halkın Gezi olaylarını ve 17 Aralık operasyonunu hatırlamayacağını iddia etti.
Bu önemli bir korku belirtisi, daha da ilginç olanı bir itiraftı. 30 yıllık bir ömür biçmesi bile “balık hafızası” olduğu iddia edilen bizim gibi toplumlarda çok büyük bir zaman dilimiydi.

17 Aralık operasyonu korkusundan daha da büyüğü, aslında Gezi direnişiydi. İtiraf edilen aslında yolsuzlukların unutulacağından çok Gezi direnişinin yeniden “hortlamasını” engellemeye yönelik korkuydu.

Muktedirlerin demokrasiyi tehdit etmeleriyle birlikte, toplumda çapraz (paralel değil, dikkatinizi çekerim) bir hareketlenme olması kaçınılmazdır. Tarihte bu hep böyle olmuş, yıkıntılar üzerine her zaman daha düzgünü konmasa da diktatörler mutlaka ama mutlaka yok olmuşlardır. Yeni diktatörler yetiştirmek için kolları sıvayan uluslararası güçler elbette her zaman başarısız olmadılar, olmayacaklar da. Ancak sayılarının azaldığını Güney Amerika’ya bakarak bile söylemek mümkün.

Haziran direnişi bu yüzden mevcut iktidarın birinci korkusu haline geldi. Yolsuzluk bile bu korkuyu unutturamadı.

Panama’yı hatırlarsınız: ABD’nin Panama’da önceden konuşlanmış “paramiliter” güçleri, işaret verilir verilmez hemen siyasal eylemcilerin ve sendika liderlerinin tutuklanması işlemini başlattı. Ama bu kadarı yetmeyecekti Amerika da biliyordu bunu ve hemen ardından kuramlar, özgürlük çığlıkları ve popüler yöntemler geliştirmeye başladı. Mantık belliydi: Dikta rejimleri kendilerine düşman gördükleri iç dinamikleri kaba güçle bir dereceye kadar kontrol edebilirdi.

Bunun yeterli olmadığı da kısa sürede anlaşıldı. En önemli ve acil sorunun halkın siyasal alanda edilgenliğe çekilmesi olduğu ortaya çıktı. Akıllanan Amerika, bir yandan diktatörün hareketlerini ve sınırlarını kontrol etmesi gerektiğinin farkına varmıştı. Dini inançlar elbette eskisi gibi körüklenmeli, ama halkın diktatörünü tanrı gibi görmesi mutlaka engellenmeliydi.

Sosyalist düşünce, geçmişin toplumsal düşünce yapısına ne kadar güçlü sarılırsa sarılsın, hep aynı düşünce yapısına daha da güçlü sarılmış bir kapitalist düşünceyle karşılaştı. Jean Jack Rousseau’nun, “İnsanlar özgür doğarlar ama her yerde zincirlenmişlerdir” sözünü bu yüzden egemen ideoloji kendisine uyarladı. Dikta rejimlerinin bir süre için yararlı bile olabileceğini savunan Rousseau’nun yaklaşımının “her zaman” yararlı olacağına getirip bağladılar.

Rousseau’nun düşüncesini olumlu anlamda not edenler, örneğin Bertrand Russel, insanların haklarını terk etmesi için sebeplere ihtiyaç duyduğunu, bunun da egemen güçler tarafından harfiyen yerine getirildiğini belirtir. “Sunulan sebepler”, der Russel, “Yalnızca inanmada bencil bir çıkarı olanların inandığı sahte sebeplerdir.” (Faiz lobisi, dış güçler, İsrail, ABD, karanlık eller, hain odaklar vb. gibi.)

Kuşatmanın özünde bu yatar. Dikta rejimlerinin kaçınılmaz sonucu olan yıkımdan kurtulmak için diktatör elindeki her kozu sonuna kadar kullanmak zorundadır. David Hume, bu paradoksun diktatoryal rejimleri beslediğine, halkın diktatöründen daha fazla özgürlük istemek gibi bir çelişkiye düştüğüne dikkat çeker.

Bu ideolojik katmanlar arasındaki yumuşak geçişlerin topluma izdüşümü elbette çok sert olmuştur. Çelişkiler yumağından ortaya çıkan sanal “büyüme, refah düzeyinin artması, özgürlüklerin genişletilmesi vb.” gibi tehlikeli aldatmacalar bir süre sonra geri dönüşü çok büyük bedellere neden olacak bir mücadelenin başlamasına temel oluşturur.

İşte Türkiye tam bu noktadadır: Bitmek üzere olan bir dikta rejimi, anayasayı askıya almış bir OHAL durumu, ortalığı karıştıran karanlık baskınlar, işin daha da vahim duruma geleceğini ilan eden muktedir söylemler (Melih Gökçek sadece bir örnektir), kroke vaziyetteki dikta rejiminin kendini toparlaması için damardan verilen adrenalin etkisi yaratmaktadır. Yaratılan öylesine büyük bir kaostur ki kötü günlerin habercisi olarak ortaya atılan ipuçları, zaten yıldırılmış halk üzerinde yeniden dönüp diktatörüne sarılma duygusu uyandırır.

Bundan kurtuluş, hangisinin daha “ehveni şer” olduğunu merakla beklemek ve kimin kazanacağını bir tenis maçı izler gibi izlemek yerine örgütlü bir kenetlenme oluşturmaktır.

ABD’deki birbirinden hiç farkı olmayan Cumhuriyetçilerle Demokratlar sanal kavgasının bir başka versiyonudur bize dayatılan: AKP mi, Cemaat mi?
Diktatörlerden hangisi “ehveni şer”dir?

Rousseau’nun “Toplumsal Sözleşme” eserinde diktatörlere verdiği “süre” bitti artık.

Game over...