Bırakın ağlamayı da nedenini bulun

“...burjuva toplumu ne kadar kahramanlara özgü bir toplum olmasa da, onu dünyaya getirmek için, kahramanlık, özveri, terör, iç savaş ve dış savaşlar gene de zorunlu olmuştu.” (Karl Marks, Louis Bonaparte).

Sanırım insanlık hiç olmadığı kadar Marks’ın öğretilerine ve söylediklerine ihtiyaç duyuyor. Yukarıdaki alıntı, Marks’ın Louis Bonaparte için yazdığı kitaptan alıntı.

Louis Bonaparte bizim için çok önemli. Seçimle gelen bir cumhurbaşkanı, ama onunla yetinmiyor ve imparatorluk istiyor. Bu nedenle de, bugün Türkiye Recep Tayyip Erdoğan’ın dayatmalarından hangisini yaşıyorsa, bundan yaklaşık yüz elli yıl önce de Louis Bonapart dönemindeki Fransızlar benzerini yaşadı.

Marks, herkesin çok iyi bildiği gibi, bir ülkede eğer komünizme giden bir devrim yapılacaksa, bunu burjuva sınıfının ateşleyeceğine inanır. Bayrağı ilk onlar kaldırır, örgütlü işçi sınıfı da devam ettirir. Diğer yandan, burjuva sınıfı yapay olarak yaratılamaz. Ya kendiliğinden oluşmuştur ya da yoktur. Bu yüzden de örgütsüz olan ve yoksulluğu nedeniyle baş kaldıran tüm solcu takımı da tarih boyunca hep hüsranın anılarını yazmıştır.

Marks’ın yukarıdaki alıntısına dönersek ve Türkiye’de burjuva sınıfının oluşamadığı gerçeğinden hareket edersek, muktedirlerin kendileri için bir burjuva sınıfı yaratma çabaları için aralarında terör de olmak üzere bir çok “savaş” hali yöntem olarak kullanılır. AKP iktidarı işbaşına geldiği 2002 yılından bu yana kendi “yeşil” burjuvazisini oluşturmaya çalıştı. Buna ihtiyacı vardı, zira burjuva sınıfı “maraba” takımını yönlendirecekti ve aşağıdan gelen adalet ve paylaşım talebi bu sınıf tarafından göğüslenecek ve sakinleştirilecekti.

Bunu engellemek için iktidar önce kahramanlar yarattı. Bunlar öylesine abartılı biçimde tanıtılıyordu ki, Marvel’in olağanüstü insanları arkalarından nal topluyor olsa gerekti. İktidar, kendi kahramanlarını yarattıktan sonra, müthiş bir özveri gösterisine girişti. Temelde yapılan bir özveri değildi, ama zaten kahramanları yok edilmiş, önderleri bulunmayan kitleler bütün bunları özveri olarak kabul ediyordu. Nitekim, Mitem ihalesine fesat karıştırdığı telefon kayıtlarına düşen Recep Tayyip Erdoğan kendini, “o ihaleyi malum kuruluştan alıp, başka bir kuruluşa vermekle Türkiye’ye iki yüz milyon dolar kazandırdım,” diyebiliyor ve buna inanan kitleler yaratabiliyordu. Bu da tarihe, “özveri” olarak düşüyordu.

Teröre, ona bağlı olarak iç savaş ve dış savaşlar gündeme geldiğinde, iş alabildiğine karmaşıklaşıyor. Öncelikle neyin terör olduğu neyin olmadığı açıkça belirli değil bu ülkede. IŞİD için suskunluk yaşayan, “terör örgütü sayılmaz” diyen, “öfkeli kalabalık” yakıştırması yapan iktidar, trafiğin sıkışması ve sürücülerin kuralları ihlal etmesi yoluyla servetine servet katıyordu. Bunun bir şekilde başka kanallara aktarılması gerekti.

Terör dediğimiz vahşi olgu, elbette Marks döneminde böylesine acımasız ve başı bozuk bir hareket değildi. Daha çok şantaja dayalıydı ve bireyseldi. Ne zamanki toplu halde gerçekleştirilen ve bir savaş aracı haline gelen şekliyle ortaya çıktı, insanlık için de büyük bir tehlike oldu. Düzenli ordular karşısında gerilla taktikleriyle mücadele etti ve neredeyse girdiği on savaşın dokuzunu kazandı. Ama aradan geçen süre içinde sembolik bir terörizm karşısında pes etmeyeceğini duyuran Batı dünyası, tüm terör olaylarını “münferit” vakalar olarak görmeye başladı.

Türkiye hep terörün içinde yaşadı, ama bir yandan da kendi kaderini tayin etmeye kalkan halkların (Wilson prensibi) yanında olmaya çalıştı. Böylelikle bir amaç da edinmiş oluyor, hatta “sol” arkasına gizlenerek, ezilenlerden yanaymış veya bağımsızlık mücadelesi vereni destekliyormuş perdesine büründü. Açılım projeleri de bu düşüncenin bir parçasıydı. Aksi durumda terör devam edecek, Türkiye’nin başına çöreklenmiş radikal bir yönetimin kendisine davranışını belirlemek için kendini canlı tutacaktı.

Son Suruç katliamının arkasında kimin olduğu henüz bilinmiyor. IŞİD olduğu söylense de, bunun ne kadar doğru olduğu kuşku götürür. IŞİD ne yaparsa yapsın artık bir günah keçisidir ve dünyanın her noktasında meydana gelecek terör eylemlerinin baş kuşkulusudur.

Büyük bir ihtimalle IŞİD veya benzeri terör örgütlerinden biriyle anlaşma içine giren “derinler” bazı taahhütlerini yerine getiremeyince, patlama gerçekleştirildi. Bunan sonra, eğer istekleri yerine getirilmezse, başka yelerde de patlamalar olacağı hatırlatıldı.

İyi de, neydi bu mutabakata varılan anlaşma? Neden bozuldu? Neden böylesine canice bir katliama göz yumuldu ve “boş ver, nasılsa yapamaz” ruh hali sorgulanmadı?

Yaşanan vahşetin bir terör olayı olmaktan çok, ciddi bir IŞİD mücadelesi başlangıcı olarak kabul etmek gerek, ama IŞİD asla buna izin vermeyecektir.

Dünya bir Frankestein olayı yaşıyor ve ne yazık ki Türkiye de bu korku romanının baş aktörlerinden biri olarak “doktorun” en yakınında duruyor.

Hamasi nutuklarla terörün engellenemeyeceğini de öğrenmiş gibi görünmüyor.