Aydınlanma Çağı mı dediniz, geçiniz...

Türkiye’nin şu andaki en büyük sorunu ne? Birçok sorun olduğu açık. Kürt sorunu tüm etkisini sürdürüyor. Sistem değişikliği sorunu var. Seçimlerin hayati önemi olduğu savunuluyor, bir başka sorun. Ekonomi tehlike sinyalleri veriyor, dolar aldı başını gidiyor. Hukuk sistemi çökmüş durumda, ordu deseniz keza, polis darmadağınık. Sivil toplum örgütleri kendini toparlayamıyor, sendika diye bir şey kalmamış, özelleştirme tüm toplumun ciğerini boşaltıyor, her an kaos ortamı Türkiye’yi baştan aşağı sarabilir. Eğitim Cumhuriyet tarihinin en acıklı günlerini yaşıyor. Din baskısı giderek artıyor, yeşil sermaye tüm lüks otomobillere ve evlere sahip, sağlık sistemi tıkanmış durumda.

Saymakla bitecek gibi değil.

Ama asıl sorun ne? Sorulması gereken bu soru asla sorulmuyor. Vahşi kapitalizmin, neoliberalizmin pençesine düşmüş bir Türkiye’nin temel sorunu ne? Bütün bu sorunları tetikleyen ve önüne geçilmez biçimde ortaya çıkmasına neden olan asıl kaynak ne, kim?

Sorun kişilere indirgenemeyecek ölçüde büyük ve tehlikeli. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başkanlık sistemini “illa” istemesi, bunu elde edemeyeceğini anladığı anda da ülkeyi gözden bile çıkarabileceğinin konuşulduğu bir ortamda, tali sorunların gündeme getirilmesi ve sanki ilk kez Türkiye bu gibi sorunlarla karşılaşıyormuş gibi, tüm medyanın üzerine atlaması boşuna değil.

Bunu bizim bir sayfaya sığdırmak zorunda kaldığımız köşe yazılarıyla çözmemiz elbette mümkün değil. Yukarıda sıralanan herhangi bir sorundan bir tanesinin bile çözümlenmesi aylar, hatta yıllar alacak çapta. O halde, çözümsüzlüğü çözmenin tek yolu onun var olmadığını iddia etmektir denip geçilebilir. Nitekim açıkça böyle olmasa da AKP hükümetinin yapmaya çalıştığı aynen bu: Çözümsüzlüğü yine çözümsüzlükle çözmeye kalkışıp, yeni çözümsüzlükler üretmek.

İşte tam burada “adam eksikliği” devreye giriyor. Avrupa’da Aydınlanma Çağı’nı başlatan John Locke gibi bir deha çıkmıyor. Çıkmasına izin de verilmiyor. Sistem kendi kokuşmuşluğu içinde debelenirken, bundan kurtuluşu gösteren reçeteler, gösterecek olan kişiler yok ediliyor, dikkate alınmıyor. Bilinçli bir şekilde kurtuluş birkaç kişi veya kurum üzerinde yoğunlaştırılıyor. Merkezi kendi bulunduğu nokta olarak gören bu tür eğilim, sadece bir örgütlü mücadelenin başlamasını engellemekle kalmıyor, yakın gelecekte filizleneceği umulan umutları da ortadan kaldırıyor. Dünyaya bakıyorsunuz, aynı veya benzer gelişmeler orada da var. Neo liberalizm, kendi dünyasını yaratırken, üretimini tüketecek toplumu da yok ediyor. Bir süre sonra ürettiği malı tüketecek insan kaynağı bulamayacağını da düşünmüyor elbette. Bu her dönem böyle oldu ve daha da vahşileşerek genişledi. Ancak son dönemde dünya kaynaklarının nüfusu taşıyamayacağı noktaya doğru hızla gelinirken, hala sistem kendi dünya yapısını koruyor ve dipten gelen dalgayı görmezden geliyor.

Dünya bir felakete doğru hızla gidiyor. Adil kâr dağılımı meselesinde uçurum giderek açılırken, sınırsız harcama yetkisini elinde bulunduranlar bu dünyanın nimetlerini başkaları adına hoyratça kullanıyorlar. Akdenizin ortasında aç ve sefil çocukları, kadınları taşıyan göçmen botu batıp da dört yüzden fazla insan daha dün ölürken, dünya yamyamları olaya “dört yüz boğaz daha eksildi” gözüyle bakıyor. Nasılsa onların kendi üretimlerini satın almak, onları kullanmak gibi maddi olanakları olmadığını biliyor ve onları birer “asalak” olarak görüyor. Onların olmaması kendi varlığı için büyük bir avantaj, böyle bakıyor.

Ama bu kitlelerin giderek çoğaldığı, Endonezya tsunami felaketi gibi, daha yüz binlerce insanın bu dünyaya ortaklıktan çekilmesine neden olacak ölümleri engellemeye kalkışmıyor. Erken uyarı sistemlerini sadece ve sadece kendisi için çalıştırıyor. Aynı durum, küçük ölçekli güncel olaylarda da yaşanıyor ve Soma ve diğer maden ocaklarında, inşaatlarda, tersanelerde pisi pisine ölen insanları ikame edebildiği sürecek, bundan rahatsızlık duymayacağını açıkça beyan ediyor. Sistemi öylesine sıkı sıkıya koruyor ki, kendisine hizmet etmeyen kişileri sistem dışına itmekle tehdit edip, tıpkı bugün olduğu gibi, Zonguldak Çaycuma’daki köprünün çöküşünde tüm suçluları sistem aracılığıyla koruma altına alıyor.

Alıyor ki, bir sonraki benzer faciada onlar da bir başka suçluyu koruma altına alsın, diyetini ödesin.

Sistem bir kere çatırdamaya başladığı andan itibaren, bunu engellemenin tek yolu monarşik yönetime dönüşüyor. Ses çıkarmalar izine bağlanıyor, eleştiriler yasaklanıyor ve mutlu görünme medyada orta oyununa dönüşüyor.

Bu gidiş gidiş değil, ama daha bir süre gidecek gibi de görünüyor, zira aktörler değişmiyor. Şöyle bir geriye dönüp baktığınızda, son elli yılın oyuncularının hala sahnede olduğunu kolaylıkla görürsünüz: Medyasından iş dünyasına, siyasetinden sanatçısına kadar...