Özne gizlendiğinde gerçekleri kavramak zorlaşıyor. ‘Beyin Göçü’ böyle bir kavramsallaştırma ve pek çok şeyin üzerini örtüyor.

Türkiye’nin göç yolunda sınırlarda ölen gençleri

Not: Bu köşe yazısı deprem felaketinden önce kaleme alınmıştır. Yazının amacı, göçün trajedilerle dolu görülmeyen yüzünü bir biçimde gösterebilmekti. Türkiye’deki mevcut iktidarın, göç etmeye çalışan yurttaşlarının canı için çaba göstermesi gerektiğini vurgulayabilmekti. Ancak deprem gösterdi ki yurttaşlarımızın canı, sermayenin kârına sıkıştırılmıştı. Emperyalist yağmayla talan edilen Libya ve Suriye’den göç eden insanlarla konuşma fırsatım oldu. Savaşın getirdiği yıkıma göç yollarının acımasızlığı eklenmişti. Şimdi, Türkiye bu trajediyi bir yönüyle yaşıyor ve her trajedide olduğu gibi gerçekleri halı altına süpürmeyi meziyet sanıyor. Gerçekler ise geleceği uğruna yola çıkan yoksul yurttaşlarımızın doğayla ve AB’nin acımasız sınır birlikleriyle mücadele ettiğini gösteriyor. Çok yönlü bir göç dalgasının ortasında medya, vizeyle ve uçakla yolculuk etme ayrıcalığına sahip olanlara odaklanmaya devam ediyor. Diğerlerinin hikâyesi ise yine metalaştırılan haberin ruhuna uygun bir biçimde estetize ediliyor ve izleyicilerin tüketimine sunuluyor. Resmi rakamlar bize bir şey söylüyor, oysa resmi rakamların ötesindeki gerçeklik ise daha büyük bir trajediyi haykırıyor. Yine kimse gerçeği görmek istemiyor...

“Avrupa Birliği (AB) ülkelerine iltica talebi geçen yıl, 2015 yılındaki göç krizinden bu yana en yüksek seviyeye çıkarak 1 milyona ulaştı. Türkiye, 55 bini bulan başvuruyla Suriye ve Afganistan’ın ardından 3. sırada yer aldı.”1

Uzunca bir süredir bu köşede ısrarlı ve inatlı bir mücadele veriyoruz. Çoğul eki kullanıyorum çünkü bu mücadeleyi tek başıma verdiğimi söylemem haksızlık olur. Gazeteciliğin altın kurallarından biri bir konunun üzerine inatla gitmektir. Gazeteci bunu gerçekleştirmek istese bile bağlı bulunduğu gazetenin de bunu istemesi gereklidir. Yani gazeteci ve gazetenin kendisi gerçeğin açığa çıkması çabasında uyumlu olmak zorundadır. Bu anlamda soL Haber’in desteği benim için gerçekten önemliydi. Yurt dışına göçün, medya aracılığıyla şuursuzca propaganda edilmesinin sonuçlarını artık net bir biçimde görüyoruz. Hafızam beni yanıltmıyorsa yaklaşık iki sene önce soL Haber’in genel yayın yönetmeni Mehmet Kuzulugil ile yaptığımız telefon konuşmalarında konvansiyonel medya ile telegram gibi mecraların insanları nasıl göçe teşvik ettiğini kritik etmiştik.2 Bir felaket geliyordu, bunu görüyorduk ve elimizdeki araçlarla halkımıza yalan söyleyenlere karşı başka bir gerçek olduğunu göstermeye çalışıyorduk...

Maalesef tahmin ettiğimiz gibi toplumsal bir olgu olan göç, kişisel trajedilerle karanlık yüzünü göstermeye başladı. Elbette trajediler bireysel gibi görünse de bu trajedileri yaratan, toplumsal iletişimin para hırsıyla organize edilmesiydi. Prof Dr. Nazife Güngör’den çok önemli dersler aldık. Bu dersleri aklımdan çıkarmam kolay değil; çünkü duyduklarımı okuduklarımla pekiştirmeyi başarabildim. Maalesef bugün, iletişim fakültelerinde giderek silikleşen bir ekolün temsilcisinden bahsediyorum. Gazeteci tıpkı doktor gibi yaşam ve ölüm arasındaki ince çizgiyi temsil edebilir. Bu yüzden toplumsal sorumluluğu omuzlarında hisseden gazeteciler korkunç bir stres yükü altında iş yaparlar. Bunu salt para kazanmak için harcanan çaba olarak görmeyin. Böyle görenler zaten gazeteci olamamış demektir. Daha çok kâr etmek için aşağıdaki ekran görüntülerinde göreceğiniz gibi utanmazca halka karşı suç işliyorlar.

‘İddiaya göre İsviçre Türkiye’den gelen ekonomik temelli mülteci başvurularına olumlu yanıt verecek. İsviçre mülteci ofisinin cevabı hemen yanında’

Bir gazeteci soğukkanlı bir seri katil olabilir mi? Buz gibi olur. Yukarıdaki görüntüde yer alan iddiayı pek çok gazete kaynak göstermeden haber yaptı. Meslektaşım Hakan Erol ile bu konuyu tartışırken ona şunları yazmıştım: “Bu haberi gören insanlar valizini hazırlamaya başlamıştır bile”. Twitter paylaşımındaki alıntılara bakılırsa bunun çabucak gerçekleştiğini acı bir biçimde gördük. Medyanın bu düzende durabileceği bir nokta yok. İndikçe en dibe, pislik dolu sulara dalmaya devam ediyor. Bu kuruluşlarda gerçekten bir tane gazeteci olsaydı, hiçbir ülkenin enflasyon temelli mülteci kabul etmeyeceğini rahatlıkla bilirdi. Muhtemelen biliyorlar da etkileşimin, paranın yüzü tatlı geliyor anlaşılan; belki farkında değiller ama hepsi soğukkanlı seri katiller.3

Medya, işçi sınıfını görmezden geliyor. Bunu yaparken bir orta sınıf efsanesine tutunuyor. Aslında medya kapitalizmde karşı karşıya gelen iki önemli sınıfı gizleme gayreti gösteriyor (burjuvazi ve proletarya). Biz buna ‘Şeyleştirme Kuramı’ diyoruz. Bir haber metnini yazarken şeyleştirme, ‘faili-özneyi’ gizlemeye yarıyor. Kim? Sorusunun cevabının olmadığı bir iletişim dili inşa ediliyor. Örneğin: Devlet eliyle işlenen bir cinayetin haberi şeyleştirme müdahalesiyle ehlileştirilmeden verilemez. İşte medya sınıfları gizlerken esasında katili gizliyor. Özne gizlendiğinde gerçekleri kavramak zorlaşıyor. ‘Beyin Göçü’ böyle bir kavramsallaştırma ve pek çok şeyin üzerini örtüyor. Neyin üzerini örtüyor? Meksika ya da Yunanistan sınırından kaçak geçen binlerce Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının yaşadığı trajedinin üzerini örtüyor. Türkiye’de çok güçlü bir göç eğilimi var, bunun üzerini hamasetle kuru vatanseverlik söylemleriyle örtemeyiz. Zaten bu hızla giderse kimse hamasetle bunun üzerini örtemediğini görecek. Hamaset biz devrimcilerin işin değil, bizler gerçeklere odaklanmak zorundayız. Birazdan o gerçeğin ne olduğunu tek tek yazacağım. Okur bu satırlardan Türkiye’den bir kalifiye insan göçü olmadığı iddiasında olduğum çıkarsaması yapmamalı. Anlatmaya çalıştığım şey, medyanın işçi sınıfını görmezden geldiği. Vize almayı başarıp uçakla güvenli bir şekilde ülkeyi terk edenlerin hikâyesi, tıpkı profesyonel bir reklam metnine yaslanarak hazırlanmış bir reklam filminde olduğu gibi güçlü bir başarı hikâyesi olarak pazarlanıyor. İşte bu başarı hikayesine ‘Beyin Göçü’ deniyor. Oysa bu kavramsallaştırma bir camera obscura işlevi görüyor. Gerçekler, reklamın diliyle harmanlanarak baş aşağı duruyor. Ayrıca pek çok üniversite mezunu gencimizin Avrupa’da kendi işini yapamadığını ve temel iş gücünde yer almak zorunda olduğunu söylemiyorum bile. Vize alamayan gençlerimiz ise insan kaçakçılarının insafına kalıyor.4 30 yaşındaki Barış Büyüksu o gençlerden biriydi. Üniversite mezunuydu ve insanca yaşayabilecek bir ücrette çalışma imkânı bulamadığı için çareyi yurt dışına göç etmekte buldu. Beyin göçünü ve medyanın gerçeğin üzerini örtme çabalarını bir kenara bırakalım. İnsanlar yüzyıllardır aynı reflekse göç ediyor. Yani refahı arıyorlar. İnsanca yaşamak istiyorlar. Onları yargılamak bir gazeteci olarak benim işim değil. Yunanistan’a geçen Barış, insanlığa karşı girişilen bir suçun kurbanı oluyor. Olayın detayları şu şekilde: “VOA tarafından görülen ilk otopsinin raporu, işkenceye işaret eden yaralanmaları kayıt altına alıyor. Rapora göre Barış Büyüksu’nun yüzünü ve bedenini kaplayan kesikler ve çürükler bulunuyordu ve iç kanama bulguları belirlenmişti. Büyüksu’nun yüzü ve boynunda kesikler, gözleri ve ağzının etrafında morluklar, göğsünde 25 santimetre genişlikte büyük morluklar, sırtında yarım metreye varan kesikler olduğu tespit edildi. VOA ayrıca şişme botta bulunan diğer mültecilerin Türk polisine verdiği ifadelerin kopyalarına da erişti. Buna göre mülteciler soyunmaya zorlandıklarını ve dövüldüklerini, Büyüksu’nun yan odada işkence gördüğünü, hatta elektrikle işkence edildiğini düşündüklerini söyledi. VOA’in bu iddiaları doğrulama imkanı bulunmuyor. Filistinli sığınmacı Abdurrahman Zekud, Türk polisine şu ifadeyi verdi:“Acı çektiğini duyuyorduk. Elektrikle işkence gördüğünü anlıyorduk. Elektrikli işkence makinası olduğunu düşündüğüm bir makinanın sesini duyabiliyordum. İşkence gece boyunca sürdü. Sabah 5 civarında bizi odadan çıkardılar. Türk vatandaşını da çıkardılar ve yanımıza getirdiler. Hepimizi bir aracın içine koydular ve denize götürdüler. Önce kelepçeleri, sonra da gözümüzdeki bağları çıkardılar.”5 Yunan sınır güvenliği tarafından mülteciler Türkiye’ye doğru geri gönderildi ve Barış Büyüksu gördüğü işkencelere daha fazla dayanamayarak hayatını kaybetti. Türkiye AŞ’nin Ceo’su Erdğan’ın ülkeyi getirdiği nokta işte burası. AB ile yapılan geri kabul anlaşmasının acı sonucu. Ayrıca Barış’ın trajedisi haber olduğu için biliyoruz. Göç yolunda kim bilir kaç tane Barış yaşamını yitirdi. Geçtiğimiz aylarda Antepli bir gencimizin Sırbistan sınırında donarak öldüğünü yazmıştım. Göç medyamız için seyirlik bir eğlence olduğundan kimse ölen berberleri, aşçıları ve işçilerin hayatını umursamıyor. Tıpkı salgın döneminde internete ve yeterli araca erişimi olmadığı için eğitim hakkından mahrum bırakılan çocukları umursamadıkları gibi. Vicdan sahibi bir ‘iş insanının’ hediye ettiği dizüstü bilgisayarın reklamını yapmak ideolojik ve maddi açıdan işimize geliyor. Konudan daha fazla sapmadan devam edelim. Barış’ın hikayesini gazeteden yazar arkadaşım Engin Solakoğlu ile paylaşıyor ve onun deneyimlerine başvurmak istiyorum. Böyle bir durum karşısında Türkiye, Yunanistan’a karşı ne yapabilir diye soruyorum. Cevabı şu şekilde:

“İlk bakışta karşımızda bir cinayet varmış gibi görünüyor ama esasen ortada bir insanlık suçu var. Türkiye ile AB arasındaki Geri Kabul Düzenlemesi bu suçun temel mekanizması. Yunanistan, uzun süredir göçmenlere karşı yaptığı kötü muameleyle, geri itmelerle ve cinayetlere gündeme geliyor. Yunan hükümeti, esasen bu suçu AB adına işliyor. Kimi STK’ların bu suçlara dikkat çekmeleri gözaltı, tutuklanma ve mahkeme süreçleriyle sonuçlanıyor. Dikkat ederseniz ne AB sözcüleri ne de tek tek ülkeler kendi yurttaşlarının da gayet “erdoğanvari” sözde adli süreçlerle hedef alınmasına ses çıkarmıyorlar. Meselenin Türkiye boyutuna gelince. Her konuda bağırıp çağıran Akepe yönetiminin kendi vatandaşının Yunanistan tarafından işkenceyle öldürülmesine sessiz kalması ibret verici ama sebepsiz değil. Yıllardır Ege’de sahneye konan “geri itme” uygulamaları sadece Yunanistan’a ait değil. Bu çirkin ve ölümcül dansın diğer partneri Akepe Türkiyesi.  Sessizliğin birinci sebebi bu. İkinci sebebi ise uyguladığı ekonomik programla ülkeyi bir emek cehennemi hale getiren Akepe’nin Yunanistan tarafından bu ülkeden kaçmak durumunda kalanlara karşı işlenen cinayet ve cinayetlerin azmettirici konumunda olması”. Solakoğlu, net ve açık bir cevap veriyor.

Şimdi, sözü doğrudan bu yollardan geçmiş göçmen bir yurttaşımıza bırakmak istiyorum. Medyanın giriştiği cinayetler serisini açığa vuruyor ve gerçeğin izini sürmeye devam ediyoruz.

“Yunanistan'a Türkiye'den geçişin çeşitli yolları vardır. Bunun en yaygın olanı Meriç nehri üzerinden bot, sandal ve derinlik/yakınlığa bağlı olarak yüzerek geçmelerdir. İki tarafın kolluk kuvvetleri eskiye oranla denetimi çok arttırmış olsalar bile tam anlamıyla denetim mümkün olmadığından hala kaçışlar sürmekte. Türkiye tarafı genelde yabancı milletlerden insanların geçişine göz yumuyor; yakalamaya çalıştığı daha çok siyasi sebeplerle ülkeyi terk etmek isteyenlerdir. Bu geçişler şebeke ile yapılmışsa çoğunlukla bir veya daha fazla rehber de yanlarına verilir. Bu rehberler genelde yabancı olurlar. Çünkü, Türk askeri yakaladığında serbest bırakmaktadır. Çünkü, kendilerinin de kaçak olduğunu söyledikleri için aksi yönde bir işlem yapılamıyor. Fakat karşı tarafta yakalanırlarsa, Türkiyeli kaçak bir ekibin yanında bunların rehber olduğunu anlayan Yunan polisi, çok ağır darp ve ağır cezalandıracakları bir mahkemeye sevk ile karşılaşıyorlar. Bu kısmı, Türk tarafıyla ilgiliydi. Yunan tarafı ise asker, polis vb. dışında paramiliter diyebileceğimiz güçleri sınırda konuşlandırıyor. Gerek resmi gerek gayriresmi bu güçler adeta kaçak avındalar. Yakaladıklarında yaygın yaptıkları işlem fiziki olarak soymak, tüm eşyalarına el koymak ve kaba dayak atmaktır.

Sonrasında bu insanları bir alanda toplayarak toplu şekilde geri Türkiye tarafına atıyorlar. Bu atma işlemlerini de yine bizzat kaçaklara yaptırıyorlar. Kaçakları Türkiyeli olmayanlardan seçiyorlar, belli sayıda karşıya atış yapanın ülkeye kaçak girmesine izin veriyorlar. Eskiye göre Yunan kolluğu şiddetini ve sınır dışı etme terörünü arttırmış durumda. Eskiden bu sınır hattındaki ormanları aşanlar, kiliseye sığınanların iltica başvurusu alınmak zorunda kalınıyordu. Karakola vb. bir kuruma götürüp, işlemlerini başlatıyorlar ya 6 aylık serbest dolaşım kâğıdı ya da kampa yolluyorlardı. Fakat artık çoğunlukla bu hattı aşmış kişileri bile kapalı kasa kamyonetlere doldurup, sınırdaki alanlarına götürüp, Türkiye'ye atıyorlar. Erkekler için bu pişmanlık yaratmaya yönelik işkence kaba dayak, onur kırmadan ibaretken kadınları ya bizzat taciz ediyorlar ya da oluşturdukları çetelere taciz ettiriyorlar. Ülke içindeki sol ve sola yakın gruplar sık sık mültecilerle dayanışmak, işkenceleri ve geri itmeleri teşhir etmek için kitlesel yürüyüşler yapıyorlar. Miçotakis hükümeti de sağcı bir iktidar, kitlesi de yoğun şekilde göçmen karşıtı. Bu göçmen karşıtı politika onun o kesimlerden destek almasını sürdürüyor. Yunan halkı da Türkiye halkları gibi çarpık şekilde ekonomik vb. sorunlarının büyük sebeplerinden biri olarak göçmenleri görüyor, batılılar tarafından sömürülmelerini değil. Bu yanılsama sağ iktidarların her yerde olduğu gibi Yunanistan'da da işlerine geldiği için bu yönde kullanıyorlar. Zorbalığın ve şiddetin artma sebeplerinden biri de bu”.  İşçiler ve onların yaşamları gazetelerin, televizyonların ve sosyal medyanın umurunda değil. Herkes o kaba fakirlikten ve yoksulluktan köşe bucak kaçmak istiyor. Burada maalesef politik gerekçelerle göç etmiş insanlarımıza değinemiyorum bile. Medya için onların hayatları kızgın demir misalidir ve gördükleri anda çekiliverirler, asla dokunmak istemezler.

Bu uzun yazının sonunda Almanya’ya bir parantez açmalıyım. Çünkü, Almanya tarihsel olarak da vatandaşlarımızın önemli göç noktalarından biri. Bu son başlıkta bana Almanya TKP’den Tevfik Taş yardım edecek. İşte onun gözünden göçün son durumu:

“Bizim Türkiye’den yeni göç dalgası dediğimiz şey yoğun bir biçimde var. İstatistik verileri maalesef söyleyemeyeceğim, bunlara ulaşmak kolay değil. Bizim genç yoldaşlarımız göç konusuyla ilgili bir komisyon oluşturdular. Özellikle sağlık çalışanları alanında, çünkü aramızda doktor ve hemşireler var. Ayrıca hukukçular ve her meslek alanından insanlar var. Hızlı bir akımla karşı karşıyayız hem parti içinden hem parti dışından. Eğitim için gelenler olduğu gibi özellikle çalışmak için gelen çok fazla insan var. Özellikle bunun sağlık alanında çok daha fazla yoğunlaştığını görüyoruz. Şimdi, parti üzerinden gelen yoldaşlarımızı ya da partiye yakın dostlarımızı sıkıntıya sokmuyoruz. Onlara barınacak yer bulmalarında, iş bulmalarında ve dil engelini aşmaları noktasında yardım ediyoruz. Açıkçası güçlü ve etkili bir dayanışma ağı kurmaya gayret ediyoruz. Örgütsüz insanlar ise WhatsApp grupları ve çeşitli sosyal ağlar aracılığıyla dayanışma organize etmeye çalışıyorlar. Biz, nerede böyle bir oluşum varsa o gruplara dahil olmaya çalışıyoruz ve mümkün olduğu kadar insanların sorunlarının çözülmesi için uğraşıyoruz. Ayrıca Bremen, Berlin ve Münih gibi şehirlerde bulunan üniversitelere ilanlar asarak insanlara ulaşmaya çalışıyoruz. Tabii ki bizim motivasyonumuz insanları yalnız bırakmamak ve örgütlemek. Yine de bizim hedeflediklerimizle göç eden insanların hedefleri arasında tam bir uyum sağlanabildiğini söylemek zor. Ama bunun için gerçekten çaba harcıyoruz. En azından bir komisyon oluşturmuş olmamızın önemli bir adım olduğunu düşünüyoruz. İletişim ağlarına girmeye çalışıyoruz. Şu an göç eden insanların en etkili oldukları yerler bu iletişim ağları. Konut sorununu, dil sorununu ve bürokratik engelleri aşma meselelerini bu dayanışma ağlarıyla aşmaya çalışıyorlar. Sayılar çok yüksek, bayağı bir gelen ve giden var, bunu söyleyebilirim.” Tevfik Taş, daha sonra gönderdiği ses kaydında önemli bir başlık daha açıyor: “Bu söylediklerime ek olarak şunları da söylemek isterim. Bu yeni gelen göç dalgasında en önemli unsurlardan bir tanesi kalifiye unsur olmaları. Yani birçoğunun meslek sahibi olması. İkincisi de belki mücadele açısından değerlendirilmesi gerek bir şey de pek çoğunun ilerici yönelimlere sahip insanlar olmalarına karşın, bir yılgınlık içerisinde olmaları. Yani bunu da vurgulamakta yarar olabilir. Örgütlü mücadelede dahil olmak üzere kendilerini pek çok şeye kapatmış durumdalar. Türkiye’deki bu garabet düzenden bıkmışlar, yılmışlar ama mücadele etmeye de takatleri yok. Her biri kendi kişisel-bireysel çözümünün peşinde. Böyle bir şey var, yani bir yanıyla ilericiler diğer yanıyla da atacak barutları yok, enerjileri yok, örgütlü mücadeleye ve bazı şeylerin değişebileceğine inanmıyorlar. Bu da bence yeni göç dalgasında önemli kabul edilmesi gereken veriler içerisinde yer almalı diye düşünüyorum”.

Tevfik Taş, yoldaşımız Almanya’dan yeni göçe dair gerçekten önemli şeyler aktardı. Bu uzun yazıyı sonlandırırken şu notu eklemek zorundayım. Burada meslek sahibi insanlardan kasıt usta işçiler dahil olmak üzere herkestir. Berber, tornacı ve kaynak ustası da buna dahildir. Medyanın bize dayattığı şablonlarla düşünmeyi terk etmenin zamanı geldi. Okuyucular bu insanlar ne yaşadılar ki örgütlenmeye ve mücadeleye güçleri yok diyebilir. Her insanın kendi kişisel hikâyesi içerisinde karşılaştığı büyük zorluklar olabilir. Bu yüzden bu yazıda da belirttiğim gibi insanları yargılamak bizlerin görevi değil. Tevfik ve Almanya’daki dostlarımız canla başla yurt dışına göç etmiş insanları mücadeleye çekmeye çalışıyor. Çok önemli ve zor bir işin içindeler. Onlar başarılı olursa bizler başarılı oluruz. İnsanların ülkelerinden zihinsel olarak kopmalarına izin veremeyiz.

Uluslararası medya yayın organları göçü önce bir reklam nesnesine dönüştürdüler ve yoksul insanlarımıza bir düş gibi pazarladılar. Şimdi, bazı haberlerle sanki günah çıkarıyor gibiler. Sermaye düzeninde medya ne yaparsa yapsın, bu düzen yıkılmadan o günahların affı çok zor. Yoksul insanlarımıza gerçekte olmayan hayali refah cennetini pazarlayanların soğukkanlı seri katiller olduğunu unutmayın.