Burun hâlâ arada uzuyor, basına, yazara, düşünüre yasak getirmeye çalışıyor. Aynı sistir bu, biliyoruz, bileniyoruz.

Sis burnu!

Abdülhamitlerin ikincisi, tahta çıkmadan önce ülkeyi meşrutiyetle yöneteceği yolunda “senet” vermişti. Senedin sebebi basit, aydınlarımız iktidar olmuştu, senet vermezse tahta çıkması mümkün değildi. Tahtını aydınlarımıza borçludur.

Saltanatının ilk günlerinde senede uyar gibi davrandı. Anayasayı, Kanun-i Esasi, ilan etti, iktidarının sınırlandırılmasına razı oldu. Ne var ki koltuğa yerleştikçe ikiyüzlülüğü ortaya çıkmaya başladı. İlk işi meşrutiyetin mimarları Mithat Paşa’yı sürgüne göndermek oldu. Sonra anayasayı rafa kaldırmanın bir yolunu buldu, az zamanda bir otokrata dönüştü. Evleri bastırdı, itiraz edenleri sürgüne gönderdi, gazeteleri kapattırdı, toplantıları yasakladı. Kimsenin nefes almasına imkân vermeyen bir baskı rejimi kurmuştu, şimdi “istibdat” diyoruz. 

Çok güçlü sanabilirsiniz, diktatörlüğünün kaynağı sınırsız korkusuydu. Çok korkaktı, haliyle çok kuruntuluydu. Kendinden önce gelen Aziz’i öldürmüşler, Murat da ölüm korkusuyla aklını yitirmişti. Haliyle o da gölgesinden korkarak yaşadı. Korkusunu elinin yettiği her yere yaydı. Rejiminin dayanağı hukuksuzluğa dayalı özel mahkemeleri ve “zaptiye” örgütüydü. Alabildiğine yaygınlaştırdığı “jurnal” mekanizması, Cimer, bütün ülkeyi sımsıkı sarmıştı. Ancak bu zalim sultan kan dökmekten de korkuyordu. Saltanatı boyunca az sayıda idam cezasına onay verdi, öldürmek yerine muhaliflerini maaşa bağlayıp memuriyet verdi. Memuriyet verdiklerini mülkünün en uzak köşelerine yollamaya özen gösterdi. Maaşa bağlamanın öldürmekten daha verimli bir yol olduğunu fark etmişti. Ülkeyi sızdırmaz bir “istibdat” rejimi altında yönetmekle tahtını ve mülkünü koruyabileceğini düşünüyordu.

Tabii rejiminin en önemli dayanağı sansürdü. Onun döneminde zaten dedelerinden bakiye saray sansürü akıl almaz boyutlara ulaştı. Yalnız gazeteler, dergiler ve kitaplar değil tramvay biletleri, ilanlar, konyak şişesi etiketleri sansürünün ilgi alanındaydı. Dönemin tek haberleşme aracı telgraf da sansürden kaçamamıştı. İddiasına göre böylelikle Osmanlı toplumunu dışarıdan gelecek mikrop ve hastalıklara karşı koruyacaktı. 

O sırada yandaşa basınını da kanatları altına aldı. Ismarlama yazılar yazan saray gazetecileri el üstünde tutuluyordu. Bugünkü RTÜK’e benzer bir dizi sansür kurulu oluşturdu. İlki “Matbuat Müdürlüğü”ydü. Bu müdürlük, Dahiliye (İçişleri Bakanlığı) ve Hariciye Nezareti’ne (Dışişleri Bakanlığı) bağlı birimlerden oluşuyordu. Kurulun üye sayısı sansür ihtiyacına paralel olarak arttı. Görevli sayısı arttıkça sansür arttı, basılı gazete ve kitap sayısı azaldı. Üyeler boş kalınca sigara kâğıdı ve kibrit kutusu kapaklarındaki resimleri sansür etmeyi iş edindiler. Ne var ki bir süre sonra kitap sansürü kurulu da yeterli gelmemeye başladı. 1897’de “Tetkik-i Müellefat Komisyonu”, 1903’te “Kütüb-ü Diniyye ve Şeriyye Tetkik Heyeti” oluşturuldu. Bu kurullar sansürden geçmiş kitapları bir kez daha incelemekle görevliydiler. Denetim ve sansür çok basamaklı bir yapıya kavuşmuştu artık. 

***

Ne oldu peki ne elde ettiler bu yolla? Sansür memurları reislerinden daha korkaktı. İşi dolaylı sözcükleri yasaklamaya vardırdılar. Neredeyse dildeki sözcüklerin yarısı sakıncalılar listesindeydi. Hürriyet, vatan, millet, zulüm, adalet zaten yasaktı. Bunlara suikast, anarşi, dinamit, dinamo, infilak, kargaşalık, Kanun-u Esasi, müsavat, istibdat, beynelmilel, veliaht, cumhuriyet, mebus, yıldız ve burun eklendi. “Burun”un padişahın büyük burnuna bir gönderme olduğundan şüpheleniliyordu. “Tahtakurusu”, “tahtı kurusun” biçiminde okunabilirdi, üstü çizildi. Devletin resmî gazetesi Takvim-i Vekayi, “Hollanda kraliçesine bir nişan itası”nı (verilmesini) konu alan haberdeki “nişan itası” sözü “nişan hatası” olarak çıktığı için kapatılmıştı. Saraya verilen jurnale göre, böylelikle 12 yaşındaki bir çocuğa nişan verilmekle hata edildiği ima ediliyordu. Resmî gazete hürriyetin ilanına kadar bir daha çıkmayacaktı. Eserlerini sansürün kuşa çevirdiğini gören yazarlar yazmayı, gazeteciler gazeteciliği bırakmıştı. 

Ey bir adamı korumak ve hürriyete kavuşturmak için
yalnız teneffüs hakkı veren kanun masalı!
Ey tutulmayan vaatler, ey sonsuz muhakkak yalan,
ey mahkemelerden biteviye kovulan “hak”!
Ey en şiddetli kuşkularla duygusu körleşerek
vicdanlara uzatılan gizli kulaklar;
ey işitilmek korkusuyla kilitlenmiş ağızlar.
Ey nefret edilen, hakîr görülen millî gayret!
Ey kılıç ve kalem, ey iki siyasî mahkûm;
ey fazilet ve nezâketin payı, ey çoktan unutulan bu çehre!
Ey korku ağırlığından iki büklüm gelmeye alışmış
zengin – fakir herkes, meşhur koca bir millet!
Ey eğilmiş esir baş, ki ak-pak, fakat iğrenç;
ey tâze kadın, ey onu tâkîbe koşan genç!
Ey hicran üzgünü ana, ey küskün karı-koca;
ey kimsesiz; âvâre çocuklar... Hele sizler,
hele sizler...
Örtün, evet, ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir;
Örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi!

Büyük şairimiz Tevfik Fikret’in Hamit istibdadına isyanıdır bu. Şair, Sis’le sisi dağıtmış, istibdada direnişin türküsünü yazmıştır. Her yasak beraberinde direnişi getirir çünkü. Sansürün ağır ikliminde yetişen kuşak da gizli toplantılarda “evrak-ı muzırra” sayılan yayınları okuyarak direnişi bir ayine dönüştürecektir. Sonunda ayaklanacak, silahı “burun”a dayayacak, Meşrutiyet’i ilan ettirecek ve Cumhuriyet’in kurucu kadroları arasında yer alacaklardır.  

***

24 Temmuz 1908’de kırdılar istibdadın burnunu. Derdest edip Selanik’e Alatini Köşkü’ne postaladılar. Yaklaşık otuz yıl süren hafiye düzeni, hürriyetin ilan edilmesiyle sona ermişti. Gazeteciler o gün Sirkeci Garı’nın karşısında toplanarak, sansür memurlarını gazetelere sokmama kararı aldı. Sabaha kadar gazetelerde sansüre karşı nöbet tutuldu. Ertesi gün hürriyet gelmişti ülkeye, sansür yasaklanmıştı, basın hürdü artık. O gün bugündür istibdadın burnunun kırıldığı o günü basın bayramı olarak kutluyoruz. 

Bitti mi peki baskının sisi istibdat yıkılınca. Ne gezer. Bir gerici sınıf yıkıldı, yeni bir gerici sınıf geldi oturdu koltuğuna. Yeniler de tıpkı eskileri gibi aydınlıktan dehşetli korkuyordu. Yazarlar, çizerler yine kovuşturuldu, kovalandı. Nazım Hikmetler, Aziz Nesinler, Hasan İzzettin Dinamolar kaldı bu kez sisler içinde. Abdülhamit çoktan kavuşmuştu tanrısının cennetine ama onunkine benzeyen bir burun arada uzanıp karalamaya çalışıyordu yazılanın, çizilenin üstünü. Fikret’in şiirini gizlice okuyanlar gitti, Nazım’ın şiirini gizlice okuyanlar geldi yerine, baskı da direniş de hep sürdü. Burun hâlâ arada uzuyor, basına, yazara, düşünüre yasak getirmeye çalışıyor. Aynı sistir bu, biliyoruz, bileniyoruz.

***

Görüyorsunuz, içinden geçtiğimiz gericilik döneminin bütün uygulamalarının kökeni mutlaka münasebetsiz bir buruna dayanıyor. Yolsuzluk, uğursuzluk, baykuşluk ayrı, hafiye düzeni ve sansür de çok benziyor o dönemin uygulamalarına. Burun demek suç, koruma ordun var demek, sarayının büyüklüğünü hatırlatmak kabahat. Bir sürü sansür kurulu vardı, yetmedi, nefes alamayalım diye bir de yasa çıkardılar üstüne. Neyi neden yasakladığını yasayı çıkaranlar bile bilmiyor. Sistir. 
Ama biliyoruz, Temmuz fırtınası gelir yine, sis eninde sonunda dağılır. Özgürlük döner gelir vatanımıza, son verir aklın tutsaklığına. “Burun”un talihsizliğidir bu. 

Tarihimizin dediğidir; İstibdat varsa, sansür varsa hürriyet de vardır. Monarşi varsa eninde sonunda cumhuriyet çıkar karşısına. Her kralın bir Robespierre’i, her sultanın bir Talat’ı, her çarın bir Lenin’i vardır. Gün olur, devran döner, yıkılır bu saraylar, bu saltanatlar. 

Haykırıyoruz öyleyse; “Örtün, evet, ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir; Örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi!” Dağılacak sis, sis burnuna aydınlık gelecek. Öyleyse kahrolsun istibdat ve yaşasın hürriyet!