Binicilikten çok anlamam ama şahlanan bir atın mesafe alabildiğine hiç şahit olmadım. Az-buçuk biyoloji bilgim var. Üzerinde binici varken şaha kalkan bir at bir şeylerden rahatsız demektir.

Şahlanan diplomasi!

Konuştuğum ve yazdığım dili akılla zenginleştiren Ferhan Şensoy’a derin saygı ve özlemle

Bu hafta ağır kayıplar yaşadık. Her ölüm birileri için zamansız ve acı ama benim için en kötüsü, sindirilmesi en zor olanı Ferhan Şensoy’du. Bütün hafta boyunca Ferhan Şensoy için neler yazabileceğimi kurdum kafamda. Gelin görün ki, kimileri erken davranıp benim kaleme alacaklarımdan çok daha yetkin ve isabetli satırları sıraladılar düşün dünyamızın ve Türkçe’nin bu büyük ustası için. 

Bunların arasında Aydemir Güler’in ve Işıl Nebioğlu’nun yazılarını özellikle tavsiye ederim.

Beni hiç tanımadığı halde yetişmemde emeği büyük olan Ferhan Şensoy’un ardından bir şeyler yazabilme ihtimali ortadan kalkınca bana da kürkçü dükkanına dönüş yapmaktan, yani mevcut olup olmadığı bile çoktandır tartışmalı hale gelen dış politikayı kurcalamaktan başka seçenek kalmadı.

Bu bağlamda, Türkiye’yi bir süredir yönetenlerin diplomatik hıçkırıklarında yaşanan son gelişmeleri ele alayım diye düşündüm. Konu sıkıntısı çekilmiyor bu alanda. Sorunlar berdevam. Sadece kimi sorunlar öne çıkıyor, diğerleri biraz arkada kalıyorlar bir süreliğine. Sonra liderlik yeniden el değiştiriyor dış politika gündeminde. Şu sıralar birincil konumuz Afganistan. Afganistan’da süregiden havalimanı işletme pazarlığı. Taliban’la tesis edilecek ilişkinin şekli ve içeriği. Buradan girsek şimdi, “vay bizi Taliban’a benzetti”, “sonumuz Afganistan mı olacak?”, “zaten de işgale uğruyoruz Afgan erkek bireyler tarafından” makamından tutturup düzen muhalefetinin detone korosuna katılabiliriz gönül rahatlığıyla. 

Çöpsüz üzüm adeta… Salt Afganistan’ı değil, daha birkaç yıl önce Libya’yı da kana boğan organize şiddet kurumu NATO’ya üyeliğini sorgulama, Taliban’ı kuranın da yakın geçmişte pazarlık masasına oturanın da ABD olduğuna fazla değinme, “çağdaş demokratik değerlerin” savunucusu ilân ettiğin ve “Afgan kadınlarını kurtarmasını” beklediğin “Batı” sanki Taliban’dan zerre farkı bulunmayan bir alay gerici rejimin bizatihi oluşumunda ve bekasında rol almamış gibi kalem oynat, en az Taliban Afganistan’ı kadar gerici olduğu halde Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi devlet görünümlü yapıların yöneticilerinin Washington, Paris, Londra, Berlin’de kırmızı halıyla karşılandığını, milyarlarca dolarlık ölüm makinalarının bunlara güle oynaya satıldığını bilmiyormuş gibi yap, “yeni bir dış politika” ihtiyacından dem vur, böylelikle için rahat, sırtın pek, müstakbel Akepesiz Akepe iktidarında aydınlık bir geleceğin, unvanın ve dahi makamın olsun.

Kestirme çözüm ve yarım çarelerin rahatlattığı vicdanlara verdiğimiz rahatsızlıktan ötürü özür dilemeyerek devam edelim en iyisi memleketin içine sürüklendiği kaosun dış politik yüzüne bakmaya.

Belki benim cehaletim ya da belleksizliğimdendir ama bundan 30 yıl kadar önce Dışişleri Bakanlığına girdiğimde Türkiye’nin Orta-Doğu politikasında öne çıkan ülkeler arasında BAE’nin bulunduğunu pek hatırlamıyorum. Türkiye’nin Orta-Doğu’da kendi kıratına göre muhatapları Mısır ve İran olarak sayılırdı. Bir de Arap dünyasındaki uhrevi (siz bunu “cüzdanî” diye de okuyabilirsiniz) konumundan ötürü Suudi Arabistan. Biraz abartarak söyleyeyim; Katar, Kuveyt, Bahreyn, BAE gibi ülkeler daha ziyade Boğaz kıyılarını ve tepelerini pazarlayan emlakçıların konusuydu.

Yıllar içinde Dubai, Abu Dhabi gibi kentlerin, daha doğru bir deyişle “Emirlik”lerin isimlerini önce Türkiye’deki kimi bankaların “off-shore” faaliyetlerini buralara kaydırmaları, derken ucuz elektronik eşya satın alma imkânı, sonra da “çok güzel klimalı  AVM’lerin” varlığıyla duydum ben. Emirlik deyince bir “ampul” mü yandı yoksa beynimizde? Tümüyle tesadüf eseri olsa gerek, Afganistan’da Taliban tarafından oluşturulduğu ilân edilen ve demokrasi ve insan haklarını savunduklarını söyleyenlerin kıyasıya eleştirdikleri yapının adı da Emirlik.

Şu işe bakın ki, bir Emirlikte alabildiğine karanlık, kötülük, her türlü insan hakkı ihlâli mevcut iken, yedi ayrı birimden oluşan bir diğerinde, plajlar, gökdelenler ve liderlerinin kafalarında silindir şapkalarla Ascot’daki at yarışlarına düzenli katıldıklarını bildiğimiz pek “makbul” bir rejim var. Haliyle “Medeni Dünya”nın yere göğe koyamadığı ve Sorbonne Üniversitesi ile Louvre Müzesinin yavrularını bile açtığı BAE’nde yaşayan kadınların durumu nedir, işkence var mıdır gibi soruları es geçiyoruz. Keza bu Emirliklerde köle statüsünde çalıştırılan Hintli, Filipinli, Pakistanlı veya Somalili emekçilerin dert defterini de tutan yok anladığımız kadarıyla. BAE bünyesindeki emirliklerden Dubai’nin başındaki Şeyh El Maktum’un bilmem kaçıncı eşi Prenses Haya kötü muameleden dolayı yurtdışına kaçtı ve korumalarla dolaşıyor ama o kadar kusuru da görmezden geleceğiz artık.

Neyse, Emperyalist Batı’nın ve bu ekseni bize  “insani değerlerin kalesi” olarak pazarlamakta utanmayan ülke içi uzantılarının ikiyüzlülüğünü bir yana bırakıp Türkiye’nin diplomasi beygirinin tıpkı ekonomisi gibi şahlanışına odaklanalım. 

Türkiye’de yaşayan ve beşer, altışar maaş alan ve/veya kıyak ihalelerle beslenen “daimi aç ve mağdur” tayfa dışında kalan insanlar için zor bir aya, Eylül’e girdiğimiz için, ekmek kavgası verirken takip etmemiş olabilecekler için şu bilgiyi anımsatarak yazıya devam edelim: Birleşik Arap Emirlikleri “Ulusal Güvenlik Danışmanı” Şeyh Tahnun Bin Zayed El Nahyan 19 Ağustos günü Beştepe’de ağırlandı. Tırnak içindeki unvanı siz İstihbarat Şefi olarak da okuyabilirsiniz. Bu görüşme BAE ile Türkiye arasında “buzların çözülmekte olduğu” şeklinde yorumlandı. Milletçe kıvandık elbette.

Akepe genel başkanı demişti ya, bu emirliklerden Taliban yönetiminde olanıyla “çok büyük farklılıklarımız yok ve diyaloğa hazırız” diye. Diğeriyle, yani BAE ile ise yakın zamana kadar Libya’dan Suriye’ye, Kıbrıs’tan Ege’ye kıyasıya çekişiyorduk. Burada “çekişmek” sözcüğünü kullanırken bile insanın acaba bir hata mı yapıyorum diye kendini sorgulayası geliyor çünkü çekişmek denk veya yakın güçler arasında yaşanması gereken bir olgu. 

Şimdi, Frenklerin deyişiyle milyon dolarlık soru geliyor: 20 yıl içinde daha önce diplomatik haritamızda büyüteçle bile zor seçebildiğimiz bir Emirlik yığınıyla her cephede çekişir hale gelmek, bu da yetmiyormuş gibi 15 Temmuz rezilliği dahil her türlü melanetten sorumlu tutarak gereksiz yere paye verdiğimiz bu yığın karşısında alenen “pes” etmeyi başarmak için nasıl bir “diplomatik deha”, ne evsafta bir “dünya lideri” gerekir?

Asıl sormamız ve yanıtını aramamız gereken soru elbette bu olmamalı. Belki de soru sormaya da ihtiyacımız yok artık ve doğrudan yanıtlara geçmenin zamanı geldi de geçiyor.  Siyasetçilerin kullanmayı çok sevdikleri şu meşhur “şahlanma” teriminden gidelim. Binicilikten çok anlamam ama şahlanan bir atın mesafe alabildiğine hiç şahit olmadım. Az-buçuk biyoloji bilgim var. Üzerinde binici varken şaha kalkan bir at bir şeylerden rahatsız demektir. Bu binici de olabilir, gittiği yön de. Ya da kısa öykümüzde olduğu gibi her ikisinden de rahatsızdır. 

Türkiye’nin emekçi halkı sırtındaki biniciden kurtulup  gidilen yönü de değiştirmeden rahat bir soluk alma olanağına kavuşamayacaktır.