Osmanlı reformcuları, Tanzimat’tan bu yana, cemaatlerden oluşan çürümüş yapıdan kurtulup, modern bir millete dönüşmek istiyorlardı.

Resneli Niyazi’den Dersimli Kemal’e

Altılı masa mucidi Kemal Kılıçdaroğlu, Erdoğan’ın 3. kez aday olamayacağını kabul ediyor. Bu durumda bu adaylığa itiraz etmesi gerektiğini hatırlatanlara, “Etsek ne olacak ki… YSK’yı atayan o” diyor, “zaten Anayasa Mahkemesi de bu konulara bakmıyor” diyerek kapatıyor konuyu. Gerekçelerini doğru kabul edersek, yüksek yargının bağlılığının Anayasaya değil Tayyip Erdoğan’a olduğunu da kabul etmemiz gerek. Bağlılık kişiyeyse bu durumda Anayasa ölmüştür. Tayyip Erdoğan’ın cevvalliğinden çok bu lakaytlıktan gitti gariban, ışıklar içinde uyusun!

2007 tarihli, talihsiz, cumhurbaşkanının halk tarafından seçileceğini düzenleyen referandumdan bu yana fiilen III. Abdülhamit devrindeyiz. Her şey Abdülhamit’in 1908 Temmuz ayı başında bıraktığı gibi; Anayasa rafta, yargı eş dost akraba topluluğu, Meclis’in adı var kendi yok. Geride kalan tek şey seçim. Muhalefet bu sınırsız ve ölçüsüz “tek adam” rejimi karşısında çaresiz ama halkın bir yolunu bulup oylarını onlara atacağından kuşku duymuyor. Peki, kime kaç oy verildiğine kim karar verecek? Üyelerini III. Hamit’in atadığı YSK…

Muktedirin anayasaya uyup uymaması sorunu, öyle Kılıçdaroğlu’nun “ne yapalım yani” kayıtsızlığıyla ele alabileceğimiz bir sorun değil demek ki. Bizim anayasa tarihimiz padişahın yetkisini sınırlama tarihidir. Teokrasinin ve şeriatın kaldırılması hareketidir. Kimsenin dini kurallara uymadığı için kovuşturulmaması, dışlanmaması, dini inanç ve vicdan özgürlüğüne sahip olması mücadelesidir. Resneli Niyazi, 3 Temmuz 1908’de, bir avuç adamıyla dağa bu sınırsız yetkiye isyan ettiği için çıkmıştı. Hürriyet kahramanıdır. Öyleyse “yapacak bir şey” her zaman vardır. Her adımında nevzuhur padişahın yetkilerini artıran şeye anayasa diyemiyoruz demek ki. Anayasalarımız, Hamit bir daha olmasın diye yapılmıştır. Eksik veya fazla, mevcut durumu tartışmaya ancak buradan başlayabiliriz.

***

Sultan Abdülaziz alaşağı edildi ve kapatıldığı yerde akıbetini beklerken tırnak makası ile intihar etti! Abdülhamit pek meşrutiyetçi görünüyordu, alıp sultan yaptılar, tırnak makasını hesaba katmazsak kansız saray darbelerinden biridir. Bu sinsi saray oğlanı, etrafına güvensizlik saçmasına rağmen Mithat Paşa’yı meşrutiyet yanlısı olduğuna inandırmayı başarmıştı. 1876’da artık II. Abdülhamit dönemidir, Kanun-u Esasi ilan edildi.

Hamit ümmiydi ama pek kurnazdı. Osmanlı’nın çok bunalımlı bir dönemine denk gelmişti iktidarı. Toprakları her geçen gün etrafındaki güçler tarafından kemiriliyor, yiyip bitiriliyordu. Sinsi sultanın pek aldırdığı yoktu bu hale. O ilk anayasanın mimarı olan Mithat Paşa neredeyse tek başına devletin onurunu korumaya çalışıyordu. Haliyle sinsi sultanın ilk işi bir bahane bulup Mithat Paşa’yı vezirlikten azletmek ve anayasayı askıya almak oldu. Meclisi kapatmadı, vekiller maaş almaya devam etti. İçeride böylece kısmi bir sessizlik sağlamış oldu.

Şimdi nefret ettikleri İttihat ve Terakki, 1889’da, Sinsi Sultanın bu baskı rejimine karşı kuruldu. Okullar kaynıyordu, ordu rahatsızdı. Sinsi Sultan, ülke yanarken, Yıldız Sarayı'nda devşirmelerden oluşturduğu korumalarının sağladığı güvenli ortamda keyif çatıyordu. Muhaliflere karşı acımasız bir hafiye ağı kurmuştu. Topraklarına yaydığı zulmü yol, köprü, okul inşaatlarıyla örtmeye çalışıyordu. Tabii bunları sınırsız bir borçlanma ile yapıyordu. O kadar borçlandı ve istikrarsızlık o kadar arttı ki alacaklılar yeni borçlar vermeden önce eskilerinin ödeneceği yolunda garanti istedi. 1882’de bu amaçla Duyun-u Umumiye İdaresi kuruldu. Gelen vergiler doğrudan borca yatırılacaktı.

Hamit, imparatorluğu kuruyup düşerken kendisinin kudretli bir sultan sanılmasını istiyordu. Resneli Niyazi dağa çıkınca yarattığı sis dağıldı, birkaç telgrafla dizlerinin bağı çözüldü, çöküverdi. Zulmü, 1908 yazında sona erdirilebildi. Anayasanın yeniden ilanı, haliyle II. Meşrutiyettir.  

Düşük Hamit’in taraftarları, 1909 Nisanı'nda, “padişahım çok yaşa” diyerek ayaklandı. Hareket Ordusu koştu yetişti, Taksim’deki topçu kışlasında başlayan gerici ayaklanmayı bastırdı. Sinmiş Hamit, anayasaya yeniden tecavüz edeceği korkusuyla alaşağı edildi. Zorunlu saray hapsindeyken, 1918’de, öldü. Gerçekte son Osmanlı padişahıdır ve sonunu Anayasa mücadelemiz getirmiştir.

***

Bütün “tek adamlar” gibi o da hırsızdı. Faize düşkünlüğü dillere destandı. Bu sayede muazzam bir kişisel servet edinmişti. Saraydan ayrılırken unuttuğu bir defter sayesinde servetinin büyük kısmını yabancı bankalarda sakladığı anlaşıldı. Suriye, Mezopotamya ve Arnavutluk’ta yüzbinlerce hektar araziyi özel mülküne geçirmişti. Irak’ta petrol bulunan alanlar da buna dâhildi. Mirasçıları bu muazzam serveti ele geçirmek için “The Sultan Abdülhamit Oil Wells” ve “The Sultan Hamit Han Estates Ottoman” adlı iki şirket kurdu. Şirketlerin amacı Irak petrolünden hisse koparmak ve milyonlarca lira tutarındaki gayrimenkullerini geri almaktı. İkinci Dünya Savaşının ardından 1,5 milyar lira değerinde bir serveti ele geçirmeyi başardılar. Gerçek torunlarına mirası budur.

Çakma torunlarına bıraktığı miras ise daha uğursuzdur. Osmanlı reformcuları, Tanzimat’tan bu yana, cemaatlerden oluşan çürümüş yapıdan kurtulup, modern bir millete dönüşmek istiyorlardı. 1876 Kanun-u Esasi’si yetersizliklerine karşın, inanç bağları dışında, kanun önünde eşit bir yurttaş statüsü tarif ediyordu. Yurttaş statüsü, millet olmanın ilk şartıdır. Hamit devri bu yoldaki talihsiz duraklardan biridir. Onun istibdat rejiminde “uluslaşma” tartışması gündemden düşmüş, yeri “İslamlaşma” politikasıyla doldurulmuştu. Kaybettiği topraklardan göçen biçare Müslümanlar işini kolaylaştırdı. Uluslaşma-İslamlaşma salınımında bir göçmen kartı hep var. Ağırlığı değiştirmek için, bugün uygulandığı gibi, göç en etkili yoldur.

***

Demek ki anayasa olmadan hürriyet olmaz. Anayasa olmadan cumhuriyet de olmaz. Cumhuriyet, 1921 ve 1924’te iki anayasa ile mümkün olmuştur. Menderes ve partisi geldi, anayasal düzeni yeniden rafa kaldırdı, bir tür nevzuhur padişah gibi yönetmeye koyuldu. On yıllık Demokrat Parti deneyimi, kuvvetler ayrılığı ilkesinin ne kadar yaşamsal olduğunu ortaya koymuştu. Bu ayrılık ilkesi, Montesquieu tarafından, 400 yıl önce, güç zehirlenmesine karşı bir önlem olarak ortaya atılmıştı. Şimdi, odunu aday gösterse milletvekili seçtireceğine inanan ve seçtirdiği odunlarla hilafeti geri getirebileceğini sanan bir kuralsız peydah olmuştu.

1961 Anayasası bu hukuksuzluğa ve ölçüsüzlüğe bir yanıttır. 27 Mayısçılar üniversiteye ve hukukçulara saygı duyup güvendiler. Yeni anayasayı onlar yapacaklardı. Anayasa Mahkemesi kuruldu, Cumhuriyet Senatosu ile Millet Meclisi’ni dengeleyecek bir organ daha oluşturuldu. Siyasi partiler Anayasal düzenin temel unsurları olarak kabul edildi. Hak ve özgürlükleri güvence altına alan birçok yeni hüküm getirildi. Hepsi seçtirdiği odunlarla hilafet hevesine kapılanları önlemek içindir.

Gericiliğin buna yanıtı ise 12 Mart ve 12 Eylül darbesi oldu. Bunlar anayasal bir darbeydi aynı zamanda, hedefleri 61 Anayasası’nı budamaktı. 20 yıllık AKP iktidarı ordu eliyle yürütülen bu operasyonu devam ettiriyor. Tayyibizm’in arkasında 2007 Anayasa değişikliği var. O günden bu yana anayasayı tırtıklayıp duruyorlar. Montesquieu’den 400 yıl sonra, iktidarın kuvvetler ayrılığı konusundaki bilimsel görüşünü göçük Prof. Dr. Burhan Kuzu şöyle tercüme etmişti: “Oğlan bizim kız bizim, denetime ne gerek var…”  

Bunlar 200 yıllık hak ve özgürlük mücadelesine, tabii Anayasa tarihimize karşı organize bir kalkışmanın işaretleridir. Böyle böyle cumhuriyetin kuruluş felsefesini ve yönetim ilkelerini tahrip ettiler. “İtiraz etsek ne olacak” lakaytlığı, vurulan son darbedir.

***

Yönetenlerin anayasaya uyma zorunluluğu yoksa, ortalıkta anayasal bir düzen de yoktur. Bu “olmayan düzen” iktidar ve muhalefet partilerinin oluruyla kuruldu. Haliyle AKP marifetiyle yapılan referandumların tamamı anayasaya karşı bir kalkışmadır, onu rafa kaldırma girişimidir. Bunları Kılıçdaroğlu’nun bilmediğini düşünemeyiz. Hatırlatalım; “partili cumhurbaşkanlığı” düzenlemesinin Meclis Genel Kurulu’ndaki oylamasına katılmadı. Belediye Başkanı adayı oldu, sandığa gitmedi. 2010’da yapılan anayasa değişikliği referandumunda da oy kullanmadı. Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, YSK, Kılıçdaroğlu’nun oy kullanmadığı o referandumla AKP’ye teslim edildi. Haklı, artık bunlar yok hükmündedir ve bunda Kılıçdaroğlu’nun büyük payı vardır. “İtiraz etsek ne olacak” lakaytlığı bu tavrının devamı, mantıki bir sonucudur.

Buna karşı alınacak tavır belli, Sosyalist Güç Birliği açıklaması yeterince açıktır; “Erdoğan’ı sıkıştığı yerden çıkarmaya çalışmayın, iktidarı halkın örgütlü mücadelesinden kurtarmaya çalışmayın. Erdoğan cumhurbaşkanı adayı olamaz. Hiç kimse halkımıza ‘kaderine razı ol’ diyemez.” Anayasa hükümsüz ilan edilmediyse böyledir. İki yüzyıllık mücadele tarihinden geriye ne kaldıysa sıfırladılar, biliyoruz.

Ama mücadele devam ediyor. Çok açık; bizim anayasa tarihimiz padişahın yetkisini sınırlama tarihidir. Anayasa varsa Hamit olmaz, Hamit varsa anayasa hükümsüzdür. Eksik veya fazla, mücadeleye ancak buradan başlayabiliriz.