MBS’nin kim olduğunu sağır sultan bile duydu ama hatırlatmakta sakınca yok.

Protokol ve ötesi, berisi…

Bu köşede yeri geldikçe değinip geçtiğim bir konu protokol. Eskiler buna teşrifat diyorlarmış. Dışarıdan bakanlar için biraz sihirli bir kavram gibi görünüyor. Dışişleri Bakanlığında çalışanlar için bir iş sadece.

Protokol sadece diplomasinin konusu olan bir şey değil. Devlet protokolü de. Akşama konumuz değil. Diplomasi alanında kalırsak protokolü kabaca devletlerarası temaslarda bir davranış dizgesi olarak tanımlayabiliriz.

Diplomasi yüzyıllar içinde değiştiği gibi protokol kuralları da aynı kalmıyor elbette. Örneğin ulaşım olanaklarının genişlemesiyle ülke yetkililerinin birbirlerini ziyaret etmeleri çok kolaylaşınca protokol kuralları da esniyor ister istemez. Diplomasinin diğer alanları gibi protokolde de önemli sayılan bir ilke var: Eski dilde mütekabiliyet, Türkçesi karşılıklılık. Bir ülkenin yetkilisi başka bir ülkede nasıl bir muamele görüyorsa aynı kuralları o ülkeden birisi ziyarete geldiğinde aynı kuralları uygulamak. Yine de bu kural da biraz arabesk bir deyimle hayatın acı gerçekleri karşısında anlamını ve önemini yitirmekte. Yine de şunu bilelim: protokol şekildir, öze dahil fikir verir ama özün tamamı değildir.

Güncele geri dönelim. Geçen hafta Suudi Arabistan Krallığı’nın Veliaht Prensi Muhammed Bin Salman (MBS) Ankara’yı ziyaret edince en son AB Komisyonu Başkanı Von Der Leyen ve AB Komisyonu Başkanı Michel’in Ankara seferi sırasında yaşanan kanepe/koltuk krizinde konuştuğumuz protokol meselesi yine gündeme oturuverdi.

MBS’nin veliaht olduğu halde devlet başkanı protokolüyle karşılanmasını yadırgamakla başladık. Şeref kıtasının selamlaması esnasında yaşanan sululukla sarsıldık. Sıra gecesi görünümlü akşam yemeği ve “Saudi saudi über alles” mealindeki şarkı tüylerimizi ürpertti. Ziyaret sırasında çekilen fotoğraflardaki vücut diline dair müthiş yorumlar yaptık. Nihayet bu trajikomik macerayı Akepe genel başkanını uğurlama sırasında uçağın dibinde el sallarken gösteren bir resimle kapattık.

Peki bu ziyaretin protokol cephesinde yaşanan garipliklere özü atlamak pahasına ne kadar takılmalıyız? Gelenin kim olduğundan başlayalım.

MBS’nin kim olduğunu sağır sultan bile duydu ama hatırlatmakta sakınca yok. Kendisi bir dönem ABD’nin ve AB’nin yere göğe koyamadığı ve Suudi Arabistan’da kadınların belirli koşullarla araba kullanmalarının önünü açtığı için “müthiş reformcu” olarak nitelediği bir Prensti. Saray içinde yaptığı operasyonlarla iktidarını sağlamlaştıran MBS, 2 Ekim 2018’te Cemal Kaşıkçı isimli bir “gazeteci”yi İstanbul’daki Suudi Başkonsolosluğu içinde “vahşice” sıfatının bile yetersiz kaldığı bir şekilde infaz ettirince çarşı karıştı.

“Reformcu” Prens ve ABD ve Avrupa’da gözden düştü. Daha da kötüsü Akepe Genel Başkanının da bütün şimşeklerini üzerine çekti. Suçu kanıtladığı söylenen ses kayıtları ortalığa düştü, adli soruşturma başlatıldı, Akepe basını ise MBS’ye karşı kim daha çok hakaret edecek yarışına girişti. Ben yazarken sıkıldım, muhtemelen okurken siz de sıkıldınız. O yüzden burada keselim MBS’nin vukuatlı sicil kaydını.

Suudi Arabistan, Akepe’nin denizi bitirip dış politika gemisini karadan yürütme çabaları hemen her cephede hüsranla sonuçlanınca başlattığı kapsamlı “u” dönüşü çerçevesinde arayı düzeltmeye çalıştığı ülkelerden biriydi zaten. Karadan ittirilen peynir gemisinin mazotu da bitince MBS ile de barışmak, kucaklaşmak ve giderken apronda arkasından mendil sallamak bir zorunluluk haline geldi.

Olur olmaz yerlerde itibardan dem vuran AKP yönetiminin işine geldiğinde bu tarz konulara son derece pragmatik yaklaşabildiğini biliyoruz. Ziyaretin şekli esasen içerik hakkında da fikir veriyor. AKP Genel Başkanının iktidarda kalmasını sağlayabilecek ve vadesini uzatabilecek her türlü eyleme girişebileceğini artık öğrenmiş olmamız gerektiğine göre artık içeriğe geri dönebiliriz.

AKP’nin ülkeyi içine soktuğu, yoksul emekçinin sırtından burjuvaziyi daha da palazlandıran ekonomik modelin bir süre daha yürütülebilmesi için sadaka parasına ihtiyacı olduğu kesin. Şeref kıtasını “n’aber ya!” diye selamlamadığı için belki de sevinmemiz gereken MBS’nin ziyareti sırasında sergilenen “mütevazı” yaklaşımda bu tarz bir beklentinin belirli bir payı olsa gerek.

Yine de, iktisatçıların yazıp çizdiğine göre Riyad’ın kasasından Ankara’ya doğru kapsamlı bir para akışı sağlaması ihtimali düşük. Sonuçta Suudi parasını yönetenler de CDS primi olarak adlandırılan ve uzmanlarca bir ülkenin aldığı parayı geri ödememe riskini ifade eden verilere bakıyor olsalar gerek. Zaten aklımın bir noktaya kadar erdiği konu. O yüzden daha tanıdık sulara geçelim.

Belki de MBS ziyaretini son bir kaç gün içinde gerçekleşen diğer ziyaretlerle birlikte ele almak bir fikir verebilir. Geçen hafta içinde Birleşik Krallık Dışişleri Bakanı Truss’u ağırladık. Başbakanıyla, Genelkurmay Başkanıyla özellikle Ukrayna krizinin öncesinden beri III. Dünya Savaşı çıkartmaya kararlı gibi davranan bir ülkenin Dışişleri Bakanı neden Türkiye’ye geldi? Truss mevkidaşı Çavuşoğlu’nun dışında, neden Kıbrıs dışında diplomatik toplara pek girmeyen daha ziyade dolar yeşili sahalarda top koşturan Fuat Oktay’la da görüştü? Yoksa KKTC’de yaşanan son derece vahim ama Türkiye’deki düzen muhalefetinin gündemine bir türlü giremeyen gelişmeler mi ele alındı? Güney Kıbrıs’ın teklif ettiği ve bir süre havalara baktıktan sonra Kıbrıs Türk tarafınca reddedilen Güven Yaratıcı Önlemler Paketi Truss’un valizindeki parçalardan biri miydi?

Şimdilik Kıbrıs’ta bekleme yapmadan ilerleyelim ve gelelim geçen haftanın diğer önemli ziyaretine. İsrail’in birkaç gün içinde geçici Başbakanlığı devralacak Dışişleri Bakanı Lapid de Türkiye’ye geldi. İsrail tarafından yapılan ilk açıklamalarda İran’a atfedilen bir takım saldırı/suikast planlarının etkisiz hale getirilmesi bağlamında Türkiye’ye teşekkür edildi. AKP Dışişleri Bakanı ise diplomatik temsil seviyesinin yükseltilmesi için çalışmalar başlatıldığı “müjdesini” verdi.

Hala anlamayanlara varsa yineleyelim. Akepe iktidarda kalmaya mecbur olduğunu düşünen bir parti. İktidarda kalabilmek ABD yönetiminin yeniden gözüne girmek, bunun için de İsrail ve S. Arabistan’la arayı düzeltmek, ayrıca ABD ile yeniden balayı yaşayan Birleşik Krallık’ın da yardımına başvurmak gerekiyor diye düşünmüş olabilir mi? Bu mümkün. Bu plan iktidarda kalmak için yeterli olur mu? Bu biraz daha tartışmalı.

Tartışmalı çünkü düzen muhalefetinin Akepe rejimini içeride ve dışarıda Akepe’siz veya Erdoğan’sız sürdürme konusundaki kararlılığı sadece bizim baktığımız yerden görünüyor olamaz. Ankara’da yoğunlaşan diplomasi trafiğinin bir anlamı gelecek dönemin hazırlığı ise, bir diğer anlamı da payandaları iyiden iyiye zayıflamış bir iktidardan giderayak ne tür tavizler kopartabiliriz beklentisi olabilir.

Sözün özü, mesele protokolden de ibaret değil, Akepe’den de. Bunlarla oyalanmanın anlamı yok. Türkiye’nin emekçi halkına daha fazla zarar vermeden tarihe gömülmesi gereken kirli bir düzen, kurulması gereken yeni bir dünya var.