Mutlaka anlaşılmıştır ama bir kez daha altını çizelim: Halkların düşmanı başka halklar değil, sermaye ve onun sömürü düzenidir. Türkiye’de de Fransa’da da.

Paris’te cinayet

Hayatın bütününe dair konuşamam ama diplomaside analoji çoğu zaman yanıltıcı sonuçlar verir. Yine de çok sık çıkar karşımıza zira insanlar bilmedikleri bir meseleyi anlayabilmek için bildikleri bir şeylere benzetmek isterler. 

Tamil Kaplanlarını anımsarsınız. Sri Lanka’daki ayrılıkçı Tamil hareketi. Yıllarca süren silahlı çatışma, katliamlar, yıkım ve kapanış. Derinliğine bildiğim bir sorun değil ama Batı Avrupa’da görev yaptığım yıllar boyunca yaşadığım kentlerde neredeyse düzenli olarak gösterilerine denk gelirdim Tamil hareketinin. Paris’teki 1 Mayıs kortejinin çoğu zaman en kalabalık ve en renkli gruplarından birini teşkil ederlerdi.  

Tamil Hareketini uzun uzun anlatacak değilim ancak sonuçta bir gün bölgenin iki büyük gücü olan Çin ve Hindistan Tamil Kaplanları’nın silahlı direnişinin bölge bakımından “hoş bir şey olmadığı” konusunda mutabık kaldılar ve perde kapandı. Yargısız infazlar, yakılan köyler, öldürülen on binlerce insanın hesabını da sormadı kimse. Paris’teki Tamil mahallesinde belki hâlâ duruyordur Tamil Kaplanları’nın lideri Prabhakaran’ın posterleri dükkân vitrinlerinde.

Paris. Büyük Devrim’in başkenti. Her kent gibi güzel yanları kadar çirkinlikleri de var. Paris’te küçük çaplı bir katliam yaşandı önceki gün. Pisliğin biri Ahmet Kaya Kültür Merkezi’ne silahlı saldırı düzenledi ve üç insanı öldürdü. İnsanlar sayılardan ibaret olmadığı, olmamaları gerektiği için isimlerini buraya yazalım: Evin Goya, Mir Perver ve Abdurrahman Kızıl. Habercilerin aktardığına bakılırsa katil şarjörünü değiştirirken çevrede bulunanlar tarafından etkisiz hale getirilmese başka isimler de eklenebilirdi bunlara.

Paris’te Kürt hareketinin hedef alındığı ilk saldırı değil bu. 2013 yılının 9 Ocak günü PKK’nın üç militanı, Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Şaylemez susturuculu silahlarla infaz edildiler.  Bu cinayet tam olarak aydınlatılamadı ya da daha büyük olasılıkla aydınlatılmadı. Zanlı olarak gözaltına alınan Ömer Güney cinayetten yaklaşık üç yıl sonra cezaevinde “beyin tümörüne bağlı akciğer enfeksiyonu” sebebiyle öldü. Mahkemenin başlamasından yaklaşık 3 hafta önce.

Kürt siyasi hareketi son derece anlaşılır sebeplerle o üçlü cinayetten Türkiye’yi sorumlu tuttu. Konuyu araştıran ve kimilerini de şahsen tanıdığım Fransız gazeteciler bu ipucunu ısrarla takip ettiler ama bunlardan birinin ifadesiyle Fransız güvenlik ve adli makamlarının ördüğü sessizlik duvarına çarptılar. Cinayetin zamanlaması Türkiye’de açılım süreci olarak anımsadığımız süreçle örtüşmesi nedeniyle ilginç bulundu. Türkiye’yi yönetenler doğal olarak sorumluluğu kabul etmediler ama konuya dair haberlere yayın yasağı getirip kuşkuları üzerlerine daha fazla çekmeyi de ihmal etmediler. Üçlü cinayetin failine dair başka iddialar da ortaya atıldı. PKK’nın kurucularından olan Sakine Cansız’ın açılım sürecine karşı olduğu için örgüt tarafından infaz edilmiş olabileceği bunlardan biriydi. Bu iddianın dayanaklarından biri Ömer Güney'in Avrupa’da bir Kürt derneğine üye olmasıydı. Benim bildiklerim bunlarla sınırlı ama cinayetin her iki olası failine baktığımızda “bunlar asla böyle şeyler yapmazlar” diyebileceğimizi de sanmıyorum.

Sakine Cansız ve arkadaşlarının infazından bu yana geçen dokuz yıl Kürt hareketinin siyasi ve silahlı kanadı bakımından olduğu kadar Türkiye’nin yönetenler açısından da hepimizin bildiği gelişmelere sahne oldu. Açılım bitti. Eski dostlar düşman, eski düşmanlar müttefik oldu. PKK’nın Türkiye içinde alan hakimiyeti kurma ve bunu kentlere yayma girişimi şiddetin iktidar eliyle tırmandırılmasıyla sonuçlandı. Sokaklarda kadın, çocuk, yaşlı, genç Kürt ölüleri gördük. Bombalar patladı. Kentlerde kadın, çocuk, yaşlı, genç Türkler de bu saldırılarda öldürüldüler. Güvenpark, İnönü Stadı ilk aklıma gelenler. PKK Türkiye içinde yaşadığı kaybı sınırları dışında telafi etme çabasına girişti ve bunda başarılı da oldu. Konjonktürü iyi değerlendirerek bölgesel bir siyasi aktör kimliği kazandı. Kendine en irisinden taktik Müttefikler buldu. İttifakların asimetrik niteliğini görmezden geldi ama onlar tarafından muhatap alınır hale gelmeyi yeterli gördü. Asimetrik ittifak terimini açmak gerekirse şöyle anlatabiliriz: Fil ile kurbağanın ittifakı asimetriktir. Fil istediği sürece devam eder. 

Silahlı alanda bunlar olurken Tahir Elçi gibi bir barış savunucusu sokak ortasında öldürüldü. Kürt siyasi hareketinin gelmiş geçmiş en “parlak” isimlerinden biri olan Selahattin Demirtaş rejim tarafından hukuk dediğimiz alanın pek de içine sığmayacak yöntemlerle “kapatıldı”. Demirtaş bana öyle geliyor ki salt “seni Başkan yaptırmayacağız” dediği için değil silahlı hareket ile siyasi hareket arasındaki mesafeyi açmaya kalkıştığı için de TBMM’den Edirne Cezaevi’ne transfer edildi. Devlet ve örgütün “beka” sebebi haline gelmiş olan şiddetin ortadan kalkma olasılığı bu işten “ekmek” yiyen bütün taraflar açısından kabul edilebilir bulunmamıştı bana kalırsa. Bu kısmı burada kesip günümüze gelelim.

Ahmet Kaya Kültür Merkezi’ne yapılan silahlı saldırı böyle bir siyasi arka plana sahip olduğu için Türkiye’de de Avrupa’da birçok siyasi çevre tarafından “T.C. Kürtleri öldürmeye devam ediyor” kolaycılığıyla değerlendirildi. Fransız Solu’nun büyük umudu Mélenchon, Türkiye’yle ilgili olarak sarf ettiği her yüz lakırdının 99’unun yanlış olması geleneğini bozmayarak cinayeti Türkiye’deki siyasi duruma bağladı. Yelpazenin bayağı sağında bulunan ve Türkiye düşmanlığını kariyerinin temel taşı olarak kullanan Marsilya Milletvekili V. Boyer de benzer bir değerlendirme yaptı ama bu kez istisnai olarak meseleyi Ermeni Soykırımına bağlamayı başaramadı. Fransa’da “Türkiye’ye çakma”nın siyaseten en kolay meşgalelerden biri olduğunu bildiğim için bunları yadırgamadım. Fransa’daki Kürt hareketinin önde gelenlerinin aynı yolu seçmesi bana biraz daha garip göründü.

Yıllardır yazılıp çiziliyor. Avrupa’da, nasıl adlandırırsanız adlandırın, aşırı sağ, ırkçılık, yabancı düşmanlığı, göçmen karşıtlığı yükselişte. Aşırı sağın lideri Marine Le Pen son iki seçimde hiç de azımsanamayacak oy oranlarıyla ikinci tura kaldı. Üstelik bu seçimde kendisini çok zorlayan ve daha da faşist rakipleriyle boğuşarak. Fransız sermayesinin medyası bu faşistlere sonsuz bir alan açtı ve hâlâ da açmaya devam ediyor. Ilımlı kılığında ikinci kez cumhurbaşkanlığına seçilen Macron’un İçişleri Bakanı Darmanin bugün MHP’ye üyelik dilekçesi verse, ertesi gün kabul edilebilecek yapıda bir siyasetçi. Bütün bunların yanında, Fransa’da polis şiddetinin ve baskısının vardığı boyutu da önceki gün sokaklarda ölçüsüz bir müdahaleye maruz kalan Kürt siyasi hareketinin çoktan anlamış olması gerekiyordu.

Gelelim katliamın zanlısına. Kültür merkezine yapılan silahlı saldırının üzerinden birkaç saat geçmeden zanlının kimliği ortaya çıkmıştı. 1953 Montreuil (Fransa) doğumlu Demiryollarından emekli  William M. Türk değil, Kürt değil, Türkiye’de kimi çevrelerin ortaya attığı gibi Çeçen keskin nişancı hiç değil. Daha 12 Aralık’ta “adli kontrol” şartıyla salıverilmiş cezaevinden. Hangi suçtan mı? Bir göçmen kampını palayla basıp göçmenlere saldırmaktan. Bildiğiniz ırkçı ve faşist işte. Yüzde yüz “Made in France”.

Avrupa’da kriz içindeki sermaye tarafından palazlandırılan ırkçılığı yok saymanın, hedef şaşırtmanın aynı kıtada yüzbinlerce soydaşı bulunan bir halkı temsil iddiasındaki Kürt siyasi hareketine nasıl bir  yararı olabilir? Sol adına hareket eden, solculuğu kimseye bırakmayan, diğer solcuları da “biraz sekter” bulan bir hareketin öncelikli hedefinin emperyalizm ve onun gözde çocuklarından ırkçılık olması gerekmez mi? 

Gerekir gerekmesine de kafada başka tilkiler dolaşıyor, solculuk kisvesi milliyetçiliği gizlemek için kullanılıyor, emperyalizmle kurulan taktik ittifaklara halel gelmesi istenmiyorsa o başka...

Mutlaka anlaşılmıştır ama bir kez daha altını çizelim: Halkların düşmanı başka halklar değil, sermaye ve onun sömürü düzenidir. Türkiye’de de Fransa’da da.