Mümkün ve muhtemel bir emekçi iktidarında o sonuçların giderilmesi için çok yoğun bir emek ve maddi kaynak harcamak gerekecektir.
Öyle olmadığını hep birlikte gördük. Okuyup dinleyerek de anlayabiliyorduk, ama yaşamak başka oluyor. Genç yaşlı, çoluk çocuk, içinde olan dışarıdan bakan, herkes görüp anladı. En son, Çayırhan’ın maden işçileri, 2000 yılındaki özelleştirmeden beri yaşadıklarını 4 yıllık bir aradan sonra yeniden yaşamamak için direnişe geçtiler, Ankara’ya doğru yürüyorlar.
Bizdeki özelleştirme furyasının, pek çok başka kötülüğün de kaynağında yer alan 12 Eylül istibdat döneminde yoğun bir saldırı biçiminde başlayıp ilerlediğini söyleyebiliriz. Dünyada ise biraz daha eskilere, ulusal, uluslararası ve ulusötesi tekellerin egemen olmasının ve küreselleşmenin gelişmesinin etkilerine, ABD ve İngiltere’de 70’li yılların başlarına gitmek gerekiyor. Bu, İngiltere’de Margaret Thatcher adındaki liberal-muhafazakâr politikacının önce bakan sonra başbakan, Ronald Reagan adını taşıyan ikinci sınıf kovboy filmleri oyuncusunun ABD başkanı olduğu bir dönemdir. İktidara gelişlerinin arasındaki bir iki yıllık farkı ihmal ederek söylüyorum. İlk kez zamanın bir Sovyet yayınında saldırı amacıyla kullanılmış “Demir Leydi” yakıştırmasını pek beğenip yaygınlaşmasını desteklemiş olan Thatcher, yeni liberal görüşlerinin “Toplumsal diye bir şey yoktur; bireyler ve aileler vardır” cümlesiyle özetlenebildiği ve İngiltere tarihinin o zamana kadarki hem ilk kadın hem en uzun süreli başbakanı idi.
Aslında özelleştirme ideolojisinin temelinde, İskoçyalı Adam Smith’in 18. yüzyılın ikinci yarısındaki kitaplarında ileri sürdüğü düşünceler yer alır. O kitaplardaki ilginç düşüncelere örnek olarak, kişilerin elindeki arazilerden elde edilen ürün miktarının kamu arazileri ile karşılaştırılmasından söz ederken, “Filler serçelere göre daha kötü uçmaz” diyerek bu tür karşılaştırmaların saçmalığını göstermeye çalışmasından söz edilebilir. Filler hiç uçamaz demek istemiş besbelli; düşüncesinin doğruluğundan çok emin olmalı.
Aynı Adam Smith’e göre, insanlar için en önemli güdüleyici özçıkardır; insan, sadece ya da en çok kendi çıkarı varsa harekete geçer. Rekabet ise bu güdünün başkalarına zarar vermesini önler. İnsanlar kendi çıkarlarını sağlamak için birbirleriyle rekabet edebilecek durumda olurlarsa, kendi çıkarlarına başkalarının zarar vermesini önlerler ve böylece kendi çıkarının peşine düşerek rekabet eden her insan kendi özçıkarının zarar görmesini önleyeceği için kimsenin çıkarı zarar görmemiş olur. İşte bu sırada, büyücü değneğine benzer işlev gören ve Smith’in “görünmeyen el” adını verdiği bir şey devreye girerek kaynakları insanların isteklerine en uygun düşecek biçimde dağıtır.
Özelleştirmenin daha yakın zamanlarındaki bir ideoloğuna geçmeden önce, Smith’e nankörlük edilmediğini de ekleyelim. Bu ideolojinin dünya çapında savunulmasına ve yaygınlaştırılmasına bütün öteki kurumlaşmalardan daha etkili olan kuruluş, “Adam Smith Enstitüsü” adıyla ve hemen hemen Thatcher’ın başbakan olduğu sıralarda Londra’da kurulmuştu.
Özelleştirmenin daha yakın zamanlardaki ideologlarının başında sayılması gereken ise Avusturya asıllı bir İngiliz yurttaşı olan Friedrich August von Hayek. Çok uzun, 93 yıl yaşamış ve 1992’de ölmüş bu kişi, pek tutucu görüşleriyle tanınmış bir düşünür ve iktisatçı. ABD’nin Chicago Üniversitesi’nde, Milton Friedman adlı bir meslektaşı ile birlikte “neo-liberalizm” diye bilinen bir dinin vaazlarını veriyorlar. Vaazlarının birçok ülkede etkili olduğu kabul ediliyor. Bu etkinin ilk kez 1973’te Şili’deki kanlı Pinochet Cuntası eliyle uygulanıp denendikten sonra dünya ölçeğinde yayıldığına ilişkin yerinde bir inanış olduğu da eklenmeli.
Bu zat-ı muhterem ile bayan Thatcher arasında karşılıklı bir hayranlık ilişkisi olduğu yakınları tarafından dile getirilmiş zamanında. Kendisi, bütün liberaller gibi, bir özgürlük şampiyonu olarak biliniyor. Ancak, onunki, müdahaleden özgür olmayı kapsayan bir anlayış. Bu yüzden, onun özgürlük anlayışı, sözgelimi, sağlık ve eğitim hizmetlerinden yararlanmanızı değil, onları satın almanızı engelleyen kurallardan, çalıştırdığınız insanlara daha az ücret vermenizi engelleyen kurallardan kurtulma özgürlüğü anlamına geliyor. Hayek’in gözünde, özellikle ve sadece devlet değil, bütün toplumsal örgütlenmeler de böyle tanımlanmış bir “özgürlük” açısından, “şerrinden kutsal bireyin yasalarla korunması gereken” potansiyel kötülük kaynaklarıdır.
İşte böyle. Özelleştirme “guru”ları böyle söylüyorlardı.
Bütün o söylenenlerden ve izleyicilerinden çıkarılabilecek beklenti ve amaçlar ise, özelleştirme savunucularının diliyle, aşağı yukarı şöyle özetlenebiliyordu:
- Özelleştirmeler sonucunda, mikro ve makro düzeyde verimlilik/üretkenlik artışları ile ekonominin performansında yükselmeler ortaya çıkacaktı.
- Kamu tekellerinin ortadan kalkmasıyla rekabet ortamı doğacak, böylece piyasa fiyatlarının yönlendirdiği optimum kaynak tahsisi gerçekleşecekti.
- Kamu tekellerinin uyguladıkları vergi-fiyat sistemiyle tüketiciler aleyhine yarattıkları mali sömürü son bulacak, rekabet koşullarında oluşan fiyatlar tüketici lehine olacaktı.
- KİT açıklarının finanse edilmesinin doğurduğu enflasyonist baskı kalkacaktı.
- Açık finansmanına ayrılan transferler toplumsal refahı artırıcı alanlara yönlendirilebilecekti.
- Sermaye piyasası gelişecek, sermaye tabana yayılarak “halk kapitalizmi” gelişecek ve gelir bölüşümü eşitsizlikleri azalacaktı.
- Özellikle kamu açıkları bakımından büyük darboğazları olan ülkelerde, özelleştirme gelirleri bu açıkların kapatılmasında ya da azaltılmasında kullanılacaktı.
Onlarca yıldır yaşadıklarımızdan sonra gördüğümüz ise ortadadır. Bu beklenti ve aldatmacaların sonunda sanki yaşayanlar ve şu ya da bu ağırlıkta etkilenenler kendimiz değilmişçesine yapılabilecek bir değerlendirme ile, sıralananların birinde ikisinde birtakım düzelmelerin gerçekleşebildiği ileri sürülecek olursa, şöyle bir yanıt vermek mümkün: Hem onlardaki düzelme sanılanlar son derece sınırlı ve geçicidir, hem de bütün olarak bakıldığında emekçilerin yanı sıra ülkemizin bugünü ve geleceği açısından yıkıcı sonuçlar ortaya çıkmıştır. İsteyen yukarıda sıralanan maddelerin her birinde nereden nereye geldiğimizi tek tek irdeleyebilir. Mümkün ve muhtemel bir emekçi iktidarında o sonuçların giderilmesi için çok yoğun bir emek ve maddi kaynak harcamak gerekecektir.
Buraya kadar epeyce sıkıntı verici kurulukta uzayıp giden bu yazıyı biraz rahatlatmak için bir şiirle bitirelim. Bu konularda fazlaca yazıp konuştuğum sıralarda, 1990’ların hemen başlarında yazmıştım; üç beş yıl sonra da yayımlandı.1 Onu aktarayım.
LİBERAL
devlet sütçülük yapmaz hanımlar beyler
yapsa da iyisini yapamaz
üstelik çoluk çocuğun sütünü düşünmek ona düşmez
sonra araba da üretemez
üretse bile yürütemez
otel motel işletemez
işletse de geleni gideni rahat ettiremez
hatta hastaneydi okuldu
tren otobüs uçak vapur
bütün bunlarla da uğraşmasa iyi olur
hem beceremez hem yakışık almaz
ama devlet pek güzel adam döver
damdı bodrumdu sokaktı demez
ağız burun dağıtabilir
kırk türlüsünü bilir te’dip ve terbiyenin
gerekirse birer ikişer asar asilerini
huzur veren beyazlıklar içinde sallandırır
olmadı onlarcasını ölü ele geçirir
devletin yüceliğine yakışan da budur zaten
bırakınız assın
bırakınız kessin
- 1. M. Odman, Sessiz Yürüyüş. Ankara: Öteki Yayınevi, 1995, s. 97.