Fatih Yaşlı, Türkiye toplumunu içine hapsedildiği bu hileli oyundan çıkarabilecek olan tek gücün toplumun bizzat kendisi olduğunu yazdı.

Öcüleştirilen sokak, hapishaneleştirilen sandık

Gezi’nin iktidarı çok korkuttuğu, AKP’nin hiçbir şeyden Gezi kadar korkmadığı biliniyor. Öte yandan Gezi sadece iktidarı değil düzen muhalefetini de öyle bir korkutmuş olmalı ki, o zamandan bu zamana hem iktidar hem de muhalefet, sokağı öcüleştirerek topluma kapatan ve siyaseti belirli periyodlarla sandığa gidip oy vermeye indirgeyen bir strateji izlemeye devam ediyor. 

Hatırlayalım, Gezi’nin sönümlenmesinin üzerinden sadece birkaç ay geçmişken, yani 2013’ün Aralık ayında, koalisyon ortakları AKP ile Cemaat arasındaki savaşın en sıcak cephesi açılmış, Cemaat 17-25 Aralık operasyonlarında elindeki Emniyet-yargı entegre gücünü kullanarak iktidar partisine yönelik kapsamlı bir operasyona girişmiş, AKP de buna elindeki devlet olanaklarını kullanarak yanıt vermişti.

O esnada toplumsal muhalefet üçüncü bir güç olarak sürece müdahale etmeyi ve Gezi’yi yeniden ivmelendirmeyi denese de olmadı. Öte yandan, iktidar, Cemaat ve düzen muhalefeti, ortadaki büyük krize ve durumun olağanüstülüğüne rağmen tabanlarını hiçbir şekilde sokağa çıkmamaya çağırıyor, topluma asıl hesaplaşmanın 30 Mart yerel seçimlerinde sandıkta gerçekleşeceği söyleniyor ve sabır isteniyordu.

Tatava yapma… 

Seçime doğru gidilirken muhalefete dayatılan tutum, aslında bütün bir on sekiz yıla damgasını vurduğunu söyleyebileceğimiz “tatava yapma bas geç” sloganında somutlaşıyordu. Düzen muhalefeti adayların kimler olduklarının, geçmişlerinin, dünya görüşlerinin, herhangi bir sorgulamaya tabi tutulmamalarını istiyor, zamanın ince eleyip sık dokuma zamanı olmadığını, “ideoloji gözlüğü”nün çıkarılması ve iktidarın adayının karşısındaki en güçlü adaya mührün vurulup geçilmesi gerektiğini söylüyordu.   

İlkesizliğe varan bu tür bir pragmatizmin uzun vadede toplumsal muhalefete verdiği zarar bir yana, kısa vadede herhangi bir sonuç yaratmadığı da yerel seçimle birlikte net bir şekilde görüldü. İktidar Gezi’nin üzerine bir de 17-25 Aralık gibi bir operasyonla karşı karşıya kaldığı halde, sandıktan istediği sonucu çıkarmayı başardı. Dahası, Ankara seçimlerine dönemin içişleri bakanının doğrudan içerisinde yer aldığı bilinen bir müdahalede bulunuldu ve güçlü kanıtlara dayalı iddialara göre sonuçlar değiştirildi. Bu ise sandıktan istediği sonuç çıkmadığında iktidarın milli iradeyi tecelli etmiş saymayacağının, muhalefetin ise buna karşı güçlü bir tutum geliştirmeyeceğinin ilk işareti oldu. 

Tıpış tıpış… 

Gezi’nin üzerinden çok değil, sadece bir yıl, yerel seçimlerin üzerinden ise sadece beş ay geçmişken, bu sefer cumhurbaşkanlığı seçimlerine gidildi ve Türkiye toplumu bir yıl önce siyasal İslam’ın temsil ettiği her şeye çok köklü bir şekilde itiraz etmemiş ve sadece sandığa işaret eden tutum beş ay önce iflas etmemiş gibi, CHP’nin öncülüğündeki muhalefet, MHP tandanslı ve Suud sermayesi ile bağlantılı bir İslamcıyı, Ekmeleddin İhsanoğlu’nu, hiç şansı olmadığını bildiği halde Erdoğan’ın karşısına çıkardı. 

CHP tabanından İhsanoğlu’na yönelik bir tepkinin ortaya çıkması elbette ki kaçınılmazdı ve öyle de oldu. Kılıçdaroğlu ise bu esnada iktidara karşı hiç yapmadığı bir şeyi yapacak, elini kürsüye vurarak “tıpış tıpış sandığa gideceksiniz” diye parti tabanına amiyane tabirle racon kesecekti. Seçimlerin neticesinde Erdoğan cumhurbaşkanı oluyor, CHP tabanının sandığa ve ilkesizliğe mahkûm edilmesi süreci ise devam ediyordu.

Bir 'şok doktrini' yöntemi: Seçimler 

AKP döneminin en önemli özelliklerinden biri, bir tür “şok doktrini” yöntemi olarak Türkiye toplumunun “seçim manyağı” yapılması ve neredeyse her yıla bir seçim düşmesidir. 2014’teki yerel seçimlerin ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ardından, Türkiye 2015’te de önce 7 Haziran “erken seçim”ine, bu seçimin sonuçlarının iktidar tarafından fiilen tanınmamasıyla birlikte ise 1 Kasım “tekrar seçim”ine gidecekti.

7 Haziran seçimlerinden AKP birinci parti olarak çıkmayı başarmış, ancak HDP’nin barajı geçmesiyle birlikte tek başına hükümet kurma olanağını yitirmişti, bu ise rejim inşa eden ve bir fiili parti-devleti kurmayı hedefleyen iktidar açısından kabul edilebilir değildi. Tam da bu nedenle, seçim sonuçlarını pratikte tanımamak ve ülkeyi tekrar seçime götürmek üzerine kurulu bir strateji adım adım hayata geçirildi.

Süreçte, Erdoğan seçimlerin üzerinden ancak bir ay geçtikten sonra Davutoğlu’na hükümeti kurma görevini verecek, Davutoğlu üzerinden AKP ile bir koalisyon kurma hayali gören CHP “istikşafi görüşmeler” adı altında aylarca oyalanmaya itiraz etmeyecek, bu esnada ise siyaseti dizayn edecek kanlı hadiseler arka arkaya gelecekti. 

7 Haziran-1 Kasım arası şiddet açık bir şekilde temel siyasi enstrüman haline geldi: “Çözüm masası” devrilirken resmi olarak “IŞİD karşıtı koalisyon”a dâhil olundu. Suruç’ta ve 10 Ekim’de patlatılan bombalarla, faili meçhullerle, suikastlarla Türkiye toplumunun sandığa korku içinde gitmesi istendi ve istenen sonuç alındı; yaklaşık beş ay içerisinde sandıktan “tek başına iktidar” sonucu çıkarılmış durumdaydı.

Seçimlerin iktidarın istemediği bir şekilde neticelenmediği durumlarda milli iradenin tecelli etmiş sayılmayacağı yazılı olmayan ama giderek gözle görülebilir hale gelen bir yasaya dönüşüyor, muhalefet ise olan biteni izlemeye devam ediyordu.  

Türkiye’de 2016 yılında herhangi bir seçim olmadı ama 15 Temmuz darbe girişiminin üzerinden çok da uzun bir süre geçmemişken, artık pek konuşulmaz olan “başkanlık sistemi” Bahçeli aracılığıyla bir kez daha kamuoyunun gündemine getirildi ve Türkiye önce referandumla sonra da cumhurbaşkanlığı seçimiyle sonuçlanacak yeni bir seçim sath-ı mailine bir kez daha girmiş oldu. 

Mühürsüz oylarla rejim değiştirmek 

Türkiye 16 Nisan 2017’de cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçiş için anayasa değişikliği referandumuna gitti ve sandıktan % 51.4’le “evet” çıktı. “Evet” oyları “hayır” oylarından sadece 1.379.434 fazlaydı ve halkın en az yarısı istemediği halde Türkiye’de siyasal rejim değişmişti. Üstelik YSK daha önce hiç görülmemiş bir şekilde mühürsüz zarflardaki oyları geçerli olarak kabul etmiş, yani oyun esnasında oyunun kuralını taraflardan biri lehine değiştirmiş ve seçimler açık bir şekilde şaibeli hale gelmişti. 

CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu 18 Nisan’da yaptığı açıklamada “YSK’nın mühürsüz oyları geçerli sayması, sandıktan ‘hayır’ çıktığının açık kanıtıdır. Adalet yerini bulmadan durmayacağız. Tarihin ‘mühürsüz seçim’ olarak yazacağı bu seçimi tanımıyoruz, tanımayacağız! Halkın iradesine saygı duyulmalıdır ve seçim tekrarlanmalıdır” dedi ama bunun için hiçbir somut şey yapılmadı. 

Seçim sonuçlarının 7 Haziran’da fiilen tanınmamasının ardından, 16 Nisan’da yeni bir merhaleye geçilmiş, oyunun kuralları oyun esnasında ve iktidar lehine değiştirilmiş, muhalefet olan biteni izlemekle yetinmiş ve böylelikle Türkiye’de kavramın gerçek anlamıyla “serbest seçimler”in sonuna doğru gidişte bir adım daha atılmıştı.

Cumhurbaşkanlığından İstanbul’a… 

2017 referandumunu kaçınılmaz olarak cumhurbaşkanlığı seçimleri takip edecek ve Türkiye 2018’de de bir seçime gidecek ve milletvekili seçimleri ile cumhurbaşkanlığı seçimleri aynı gün yapılacaktı. “Cumhur İttifakı” ile “Millet İttifakı”nın karşı karşıya geldiği bu seçimlere Muharrem İnce’nin “adam kazandı” açıklaması damgasını vuracak, Erdoğan cumhurbaşkanlığını, AKP-MHP bloğu da Meclis’te çoğunluğu kazanacaktı. Hal böyle olunca, milli irade tecelli etmiş sayılacak, sandığa hapsedilen toplum kesimleri ise derin bir mağlubiyet hissiyle giderek daha fazla karamsarlığa ve umutsuzluğa gömülecekti.

Sene başına bir seçimin düştüğü yeni Türkiye’de, 2019 yılına gelindiğinde bu sefer sırada yerel seçimler vardı ve İstanbul seçimleri, seçim sonuçlarının tanınmamasına yönelik tutumun fiiliyattan resmiyete dökülmesine vesile oldu; seçimler bugün dahi ortaya konulmamış deliller öne sürülerek bütünüyle hukuksuz bir şekilde iptal edildi ve tekrarlandı. 

Muhalefet bu süreçte, böylesi bir hukuksuzluğa doğrudan itiraz edecek hiçbir şey yapmadı ve hiçbir şey olmamışçasına, iktidara bu yaptığının bir bedeli olacağına dair hiçbir mesaj vermeksizin, tekrar sandığa gitti. Seçim bu sefer daha büyük bir oy farkıyla kazanıldı belki ama iktidarın istediği zaman seçimleri resmi olarak da iptal edebilmesinin önü bir kez açılmış, gelecekte yaşanabileceklerin bir provası yapılmış oldu. 

'Serbest' seçimler? 

Türkiye'de 2020 yılında henüz bir seçim yaşanmadı, baskın bir seçim gündeme gelir mi gelmez mi henüz bilmiyoruz; ancak buna rağmen Türkiye siyasetinin gündeminde yine seçim var. 

Bu gündemde öncelikli olarak sorulan ama esasen yanlış olan soru ise seçimlerin ne zaman yapılacağı. Bu soru yanlış; çünkü günümüz Türkiye’sinde öncelikli olarak seçimlerin ne zaman yapılacağının değil, bilindik anlamıyla “serbest seçimler”in yapılıp yapılmayacağının tartışılması gerekiyor. 

SoL’da 13 Mayıs günü yayınlanan “Kriz, darbe, devrim” adlı yazımda, kendisini kendi eliyle % 51’e mahkûm etmiş olan iktidarın giderek rıza üretmekte başarısız olduğunu ve oy kaybettiğini, her türlü muhalefetin darbe çuvalına doldurulmasının gerisinde bunun bulunduğunu, “salgın bitimi sonrası siyasetin çok daha kutuplaşmış ve sertleşmiş bir konjonktürü beraberinde getireceğini” ve tam da bu nedenlerle ya bir “sopalı seçim”in söz konusu olacağını ya da hiç seçim yapmamanın yollarının aranacağını belirtmiştim. 

Bu yazının üzerinden çok geçmemişti ki, Bahçeli bir açıklama yaparak seçim sisteminin değiştirilmesi gerektiğini belirtti; değişiklik ile kastettiği ise AKP’den kopan isimlerin kurduğu iki partinin diğer şartları yerine getiremeyecekleri varsayımı üzerinden milletvekili transferleri aracılığıyla Meclis’te grup kurmalarının ve böylece seçimlere girmelerinin engellenmesiydi. İktidardan habersiz yapılamayacağı belli olan bu açıklamanın ardından seçim kanununda değişiklik tartışmaları hemen kamuoyunun gündemine sokuldu ve çalışmalara başlandı. 

Olan bitene daha yakından bakıldığında gördüğümüz şey ise şu: Yapılacak değişiklikler sadece milletvekili transferiyle sınırlı olmayacak, iktidar açısından avantaj yaratacağı düşünüldüğü için dar bölge veya daraltılmış bölge sistemleri üzerine de bir projeksiyon yapılacak ve seçimlerde Meclis çoğunluğunu kaybetmemek için her türlü yol denenecek. 

Ancak meselenin sadece Meclis seçimleriyle sınırlı olmadığı, onu da aşacak bir şekilde cumhurbaşkanlığı seçimleri olduğu açık ve orada yapılacak değişiklikler bir anayasa değişikliğini gerektirdiği için iktidarın işi daha zor. Tam da bu nedenle, sadece Meclis aritmetiğini garantiye almayı hedefleyen kanuni değişikliklerle yetinilmeyeceğini ve cumhurbaşkanlığı seçimleri için de birtakım işlere girişileceğini öngörebiliyoruz ki bunun için bir planın yapılmış olduğu ve sürecin başlatıldığı da görülebiliyor zaten. 

Sürecin ilk adımı, bir CHP’li iki HDP’li ismin uzun süredir bekletilen tezkerelerinin ansızın Meclis’te okunması ve milletvekilliklerinin düşürülmesi olarak karşımıza çıktı. Bununla hem CHP-İYİP ittifakını sarsmaya, hem de CHP’yi HDP üzerinden “terör”le ilişkilendirmeye yönelik bir hamle yapılmış oldu. İzmir’de “çav bella”, Adana’da “sosyal yardımlar” üzerinden yapılan tutuklamalar da büyük ihtimalle CHP’ye yönelik bir nabız yoklamasıydı ve CHP’nin vekilliklerin düşürülmesine somut bir tepki vermeyeceği anlaşılınca düğmeye basıldı.

Başlatılan “Ayasofya” tartışmalarını da buraya yerleştirerek okumak mümkün görünüyor. “Ayasofya’da namaz” ve bu bağlamda Yunanistan’la ve hatta Rusya’yla çıkması muhtemel bir kriz üzerinden hem milliyetçi-muhafazakar kitleyi konsolide edecek hem de bir kez daha dış politika aracılığıyla muhalefeti hizaya getirecek adımlar atılması mümkün. Buna “millilik” iddiası üzerine kurulu başka “dış politika” gelişmeleri de, özellikle Libya ve Suriye üzerinden eklenebilir, Türkiye yeni bir milli teyakkuz iklimine sokulabilir.

Tüm bunların dışında, baroların yapısını değiştirecek yasa değişiklikleri, İş Bankası hisseleri, çocuk evlilikleriyle ilgili olarak yapılacak yasal düzenlemeler, HDP'nin kapatılması vb. şeyler üzerinden de bir kez daha toplumsal fay hatları üzerine oynanacağı ve dost-düşman ikiliği üzerine kurulu siyasal stratejiye uygun bir şekilde toplumun “milli ve dini değerler” üzerinden bir kez daha kutuplaştırılacağı düşünülebilir.

Sandık hapishanesi 

Velhasıl, Türkiye toplumuna sandık bir kez daha işaret edilmiş durumdadır ama kimse meseleyi esastan tartışmamakta, daha dün diyebileceğimiz kadar yakın bir geçmişte olanlar hiç olmamış gibi yapılmakta, Türkiye’de bilindik anlamıyla “serbest seçimler”den söz edilip edilmeyeceği sorusu hiç sorulmamaktadır. 

Bilakis, bütün hesap kitap normal şartlarda sandığa gidileceği ve iktidarın böyle değişeceği kurgusu üzerine temellendirilmekte, bu esnada ise sokak bir kez daha öcüleştirilmekte ve anayasal garanti altındaki en temel demokratik haklardan biri olduğu halde muhalefetin de katkısıyla meşruluğunu yitirmekte, “sokağa dökülmek” tabiri kullanılarak anayasal bir hakkı kullanmak bir suç gibi gösterilmekte ve Türkiye toplumu bir kez daha, hileli ve sonucu belli bir oyunu oynamaya mecbur edilerek sandığa hapsedilmeye çalışılmaktadır. 

Türkiye toplumunu içine hapsedildiği bu hileli oyundan çıkarabilecek olan tek güç ise toplumun bizzat kendisidir, ya halk bu oyunu bozacaktır ya da oyun bu şekilde oynanıp gitmeye devam edecektir.