Dış politikada idealist veya gerçekçi yaklaşımları sınayabilmek için kurumlara ve devletlere ihtiyaç var. Buradaki sıkıntımız elimizde buna benzer bir özne olmaması. 

Mekke Medine, bakma dediğime!

Uluslararası İlişkiler yeni sayılabilecek bir çalışma alanı. Taş çatlasa 100 yıllık geçmişi var. Siyaset Bilimi’nin bir alt dalı olarak kabul edenler var. Diplomasi ise insanların ayağa kalkıp ağaç altlarında toplaştıkları zamandan beri yapılıyor olmalı. Uluslararası İlişkiler’in sosyal bir bilim sayılıp sayılamayacağı da tartışmalı. Diplomasi ise kimilerine göre bir sanat, kimilerine göre en azından bir zanaat. Bu iki kavramın kesişim noktasında dış politika duruyor.

Uluslararası İlişkiler alanında çalışanlar dış politikayı belirli modeller içinde yorumlamaya, bir anlamda anlaşılır ve mümkün mertebe öngörülebilir kılmaya gayret ediyorlar. Akademisyenler teoriler geliştiriyor, diplomatik girişim, eylem ve eğilimleri bunlara oturtmaya çalışıyorlar. Diplomatların ise bunlarla ilgilenecek zamanları olmuyor çoğu zaman. Onlar gündelik işlerini yaparken “bugün … milletinden muhatabımla görüşürken konuya konstrüktivist mi yaklaşsam, idealist bir çizgi mi tuttursam yoksa realizmi mi öncelesem” gibi kaygılar taşımıyorlar. Hükümetler karar veriyor, diplomatlar o kararın olduğundan daha az kötü görünmesi için uğraşıyorlar. İşte zanaata en yakın kısmı bu işin. Ham, işlenmemiş ve çoğu zaman şekilsiz bir kütleden anlaşılır ve ilk bakışta kabul edilebilir gibi görünen bir nesne çıkartmak. Akademi ise o kararlara bakarak bunun ne tür bir “akıl” veya “yaklaşımın” ürünü olduğunu tartmaya odaklanıyor. Saygıdeğer bir çaba, özellikle de Türkiye’de.

Şimdi rivayet o ki, Akepe’nin dış politikası idealist çizgiden vazgeçmiş, realist düzleme dönmüş. Bunlara örnek olarak İsrail’le yakınlaşma, Birleşik Arap Emirlikleri ile barışma, Suudilerle kucaklaşma filan veriliyor. İdealist sözcüğünü Türkçeye çevirirsek hoş olmayan şeyler çıkıyor o yüzden bırakalım öyle dursun. Realistin de gerçekçi demek olduğunu anımsatmakla yetinelim. İşin içinde Akepe olunca, “real” sözcüğünü doğrudan “estate” ile tamamlamak istiyor insan. Kabaca gayrimenkul diye çevirebiliriz ve elbette kupon arsa da buna dahil. 

Önermeye dönelim. İdealizmden realizme. Teoriye göre Akepe bir süre idealist dış politika uygulamış. Akla ilk gelen Müslüman Kardeşler, Hamas destekçiliği filan. Bunlar kendilerini din kaynaklı bir politik kimlikle tanımlıyorlar ya, ona uygun davranmış Akepe. Teoriyi pratikle test etmek iyidir. Libya’yı ele alalım örneğin. Fransa’nın karanlık Cumhurbaşkanı Sarkozy, seçim kampanyasına yapılan büyük çaplı bağışların ortaya çıkması sözkonusu olunca Kaddafi’nin diktatör olduğunu keşfetmiş ve dünden razı müttefikleriyle Libya’yı tarumar etmişti hani. Saldırının tam tarihi 19 Mart 2011. Dönemin Akepeli Başbakanı 28 Şubat 2011’de çok idealist ve şunu söylüyor: “NATO’nun Libya’da ne işi var?” Saldırı 31 Mart’tan itibaren NATO Operasyonuna dönüşüyor. Başbakan Erdoğan bu kez çok realist: Türkiye operasyona donanmasıyla katılıyor. İdealizmden realizme geçiş süresi yaklaşık bir ay.

Örnek olaylar çoğaltılabilir. Burada mesele örneklerde değil, örneklemde. Daha açık bir deyişle teoriyi test etmek için kullandığımız öznede. Dış politikada idealist veya gerçekçi yaklaşımları sınayabilmek için kurumlara ve devletlere ihtiyaç var. Buradaki sıkıntımız elimizde buna benzer bir özne olmaması. 

Dış politikanın temel hedeflerinden biri de uygulayan devletin ve halkının çıkarlarını maksimize etmektir. Devlet bunu yaparken elindeki olanakları değerlendirir ve ona göre hedefler belirler. Zaman zaman risk de alır ama risk aldığında bunun maliyetinin çok yüksek olmamasını, ülkenin varlığını tehlikeye sokmamasını gözetir. 

Devlet diyoruz, halk diyoruz. Bunlar 2022 Türkiyesi’nde afaki görünen kavramlar. Akepe’nin dış politika hamlelerinin, benimsediği yönelimlerin bunlarla ilgisini kurabilmek güç. İçeride olduğu gibi, dışarıda gördüklerimiz de dar bir kadronun bekasını ve refahını sağlama alma gayretinden ibaret. Böyle bir durumda Uluslararası İlişkiler teorilerinin çaresiz ve bağlam dışı kaldığını ileri sürebiliriz.

Akepe Cumhuriyeti tasfiye etme göreviyle gelmişti. Hakkını verelim, büyük ölçüde başardı. Kurumları, kuruluşları tasfiye etti. Ezber bozacağım diye kör topal işleyen birkaç mekanizmayı da çalışamaz hale getirdi. Diğer alanları ayrıntılı olarak bilemem ama dış politika kesinlikle bunlardan biri oldu. Dışişleri Bakanlığı bir tür yazmanlığa dönüştürüldü. Aslına bakarsanız bu okuma yazma yetileri ziyadesiyle sınırlı bir siyasi kadro için yerinde bir karardı. Sonuç olarak, Akepe hiçbir uluslararası ilişkiler kitabında rastlamayacağınız bir dış politika tarzı uygulamaya başladı. Benim Türkçeye “hıçkırık diplomasisi” diye adlandırdığım ama tam karşılığı olmamakla birlikte İngilizce söyleyince daha havalı görünen “outburst diplomacy”. Bu diplomasi tarzını da bir teoriye oturtmak güç şimdilik. Belki birkaç yüzyıl sonra daha tanımlayıcı bir ad verir akademisyenler.

Sosyal medyada sıkça karşılaştığım bir film fragmanı var: Uganda’nın diktatörü İdi Amin bir hışımla Merkez Bankası’na gelip Başkan’dan para istiyor. Merkez Bankası Başbakanı para olmadığını söyleyince onu oracıkta görevden alıp kasanın yolunu tutuyor. Orada karşılaştığı bir bekçiyi Başkan olarak atıyor ve ondan da para istiyor. Adamcağız kasadaki bir miktar Uganda parasını verirken İdi Amin tepinmeye başlıyor ve diyor ki: “Ondan değil döviz istiyorum!”. Görevliler boyun büküp “yok” diyorlar. İdi Amin gürlüyor: “Döviz basın o zaman!”. Bu görüntüden yola çıkarak karar verelim şimdi: İdi Amin idealist bir para politikası mı benimsemiştir yoksa realist mi?