Macaristan’da da Fransa’da da esas mesele siyasetteki topyekûn sağa kayıştı ve odaklanılması ve bakılması gereken yer de tam olarak burasıydı.

Macaristan, Fransa, Türkiye: Siyaset dersleri

Hem seçimler yaklaştığı hem de ülke siyaseti bütünüyle seçimlere ve sandığa endekslendiği için, başka ülkelerdeki seçimlerin daha dikkatli bir şekilde takip edildiği, o seçimlerden buraya bakarak kimi derslerin çıkarılmaya çalışıldığı bir dönemdeyiz.

Geçen hafta Macaristan seçimlerini konuşuyorduk ve oradaki “altılı ittifak”ın oranın Erdoğan’ını yenememesi, başta “PhD” unvanlı kalem erbabı olmak üzere, muhalefetin gözleri seçim ve sandıktan başka her şeye kapalı, sandık fetişistleri üzerinde ciddi bir panik yarattı.

Çünkü haftalardır Macaristan muhalefetini Türkiye’ye örnek gösteriyorlar, aritmetik hesaplar yapıyorlar, “oradan bir üç puan şuradan da iki gelse, şunlar da sandığa gitmezse” tarzı hesaplarla seçim kazanılacağını umuyorlardı.

Hesapları tutmayınca, o panik haliyle hemen tartışmayı “aday”a yönelttiler ve Kılıçdaroğlu’nun seçilmesinin imkânsızlığından söz edip İmamoğlu ve Yavaş isimlerini gündeme getirmeye başladılar. Macaristan seçimlerinin sonuçlarından çıkara çıkara bunu çıkarmışlardı yani: aday yanlıştı!

Macaristan’dan sonra sıra Fransa’ya geldi ve Fransa seçimlerinde faşist Le Pen’in ikinci tura kalması sözünü ettiğimiz seçim fetişisti zevatın endişe ve paniğini daha da artırdı. Çünkü siyasette temel ikiliği “otoriter figürler”le “demokrat figürler” üzerinden kuruyorlardı ve işte Macaristan’da “otoriter figür” seçimi bir kez daha kazanmış, Fransa’da ise ikinci tura kalmıştı, hatta belki de cumhurbaşkanı seçilecekti.

İkiliğin bunun üzerine kurulması, sandık fetişizmiyle ve soyut, içeriksiz bir demokrasi talebiyle birleşince, seçimlerden çıkarılan ders de en fazla “güçlü aday” olabiliyordu ve bunun dışındaki neredeyse her şey denklem dışı bırakılabiliyordu; oysa Macaristan’da da Fransa’da da esas mesele siyasetteki topyekûn sağa kayıştı ve odaklanılması ve bakılması gereken yer de tam olarak burasıydı.

Macaristan’ı geçen hafta yazdığımız için geçelim; Fransa’daki seçim için ise söylememiz gereken ise uzun yıllardır tanıklık ettiğimiz üzere bu seçimin de bir “siyasi şantaj” ortamında gerçekleşmesiydi. Macron ve Fransız merkez sağı Fransa halkına bir kez daha “eğer bize oy vermezseniz faşistler iktidara gelir” şantajı yapıyorlar, Le Pen ise bu şantajı neoliberal politikalara tepki vererek ve halkın bu politikalara yönelik öfkesini mültecilere yönelterek kırmaya çalışıyordu.

Peki sonuç? Sonuç, seçim ve sandık dışı bir siyaset anlayışının ama esas olarak “sınıf” demekten kaçınan bir solun yokluğunda, seçimlerin sağ ile aşırı sağ arasındaki bir yarışa dönüşmesiydi. Hal böyle olunca, artık bir klasik haline geldiği üzere, “faşizm gelmesin diye”, Fransa solu bir kez daha Macron’a destek açıklaması yapacak, ikinci turda ona oy vereceğini deklare edecekti.

Kuşkusuz hem Macaristan’dan hem Fransa’dan çıkarılacak dersler var ama “aday” belki de bunların sonuncusu; esas görülmesi gereken ise, bir kez daha vurgulamak gerekirse siyasetin tıpkı oralarda olduğu gibi burada da giderek daha fazla sağa çekmesi ve sağ partiler arası bir yarışa dönüşmesi.

Bugün Türkiye’de “Millet İttifakı” toplumda herhangi bir heyecan yaratmıyorsa, bunun temel nedeninin Türkiye’nin giderek açlıkla sınanır hale geldiği bir ekonomik krizin ortasında dahi, muhalefetin topluma sahici bir alternatif sunamaması olduğunu, bunun da doğrudan ittifakın sağcı/piyasacı karakterinden kaynaklandığını görmemiz gerekiyor.

Üst kurullar, bağımsız Merkez Bankası, piyasaya devletin minimum müdahale etmesi gibi klasik neoliberal tezler muhalefet tarafından halka kurtuluş reçetesi olarak sunuluyor ve gerçek anlamda bir kalkınma-sanayileşme programından, gelir dağılımında adaletten, sosyal devlet uygulamalarından hiçbir şekilde bahsedilmiyor.

Dolayısıyla Millet İttifakı’nın tek meselesi diliyle, söylemiyle, argümanlarıyla AKP’ye benzemesi, AKP tarzı siyaset yapmaya özenmesi, onunla gericilik yarıştırması değil; Millet İttifakı ekonomi programı itibariyle de AKP’ye ama beş altı yıl öncesinin AKP’sine özeniyor, onun ufkunun ötesine geçmiyor, geçmek de istemiyor.

Ülkedeki derinleşen sefaleti, yoksulluğu, açlığı bir toplumsal hareketlenme zemini olarak görmemek, toplumsal bir dalga yaratmamak ve muhalefeti bunun üzerinden yükseltmeye çalışmamak da tam olarak bununla ilgili. Çünkü öylesi bir durumda sahici başka seçeneklerin konuşulabileceği, toplumun muhalefetin ufkunu aşan taleplerde bulunabileceği biliniyor ve bundan da çok net bir şekilde endişe ediliyor.

Oysa Türkiye’nin şu an içinde bulunduğu çöküş sürecinin gerisinde AKP’yi de aşan ve ondan öncesine uzanan sağ zihniyet var. Örneğin, bugün elektrik faturalarıyla ödediğimiz bedel, aslında Türk sağının özelleştirmeciliğinin bedeli. Gıda ürünlerine erişimde yaşanan zorluğun gerisinde tarımın IMF programları doğrultusunda bitirilmesi var. Doğalgaza, benzine bu kadar çok para veriyoruz; çünkü bugünküler de dahil sağ iktidarların bağımsız bir enerji politikası hiç olmadı. Sanayimiz zayıf, teknoloji üretemiyoruz, eğitim sistemimizin hali berbat ve bunların hepsinin gerisinde Türkiye’yi emperyalist zincire sıkıca bağlayan, geri kalmışlığımızın devamından medet uman sağ zihniyet var.

Bugün Türkiye içinde bulunduğu bu felaket durumundan çıkmak istiyorsa, bırakın sosyalist solu, düzen içi bir çözüm için bile yüzünü sola dönmek, sol politikalar izlemek zorunda. Gerçek bir sanayileşme ve kalkınma programı, bağımsız bir ekonomi modeli, ekolojik krize karşı alınacak önlemler, gıda krizine karşı izlenecek tarım politikaları, eğitim sisteminin baştan aşağı yenilenmesi, toplumsal cinsiyet eşitliği, eşit yurttaşlık, gelir dağılımında adalet, halk için bütçe, sosyal devlet…

Bunlar bugünün Türkiye’sinin en önemli ama neredeyse hiç konuşulmayan meseleleri; çünkü Türkiye siyasetinin üzerine sağcılık isimli bir deli gömleği giydirilmiş durumda ve o gömlek bunların konuşulmasını imkânsızlaştırıyor. İşte o gömleği yırtılıp atılması için, ülkenin sahici sorunlarının sahici bir şekilde toplumun önüne getirilmesi, toplumsallaştırılması ve politikleştirilmesi şart.

Bu ise ancak solun gerçek anlamda bir özne, bir güç haline gelmesiyle mümkün. Türkiye yüzünü sola, sol siyasete dönmediği sürece içine düştüğü çamurun içinde sürünmeye, debelenmeye devam edecek. Türkiye toplumunun yüzünü sola dönmesi, yüzünü sola dönmeye cesaret etmesi, yüzünü sola dönmeye cesaret edenlerin sayısının artması gerekiyor. Çıkış tam olarak burada çünkü.