'Ne felaketten etkilenen emekçiler/sömürülenler kendi çabaları dışında devrede olabiliyor ne de doğa/çevre/sağlık sorunları çözülebiliyor.'

İklim değişikliği mücadelesinde hukukun ve sermayenin rolü

İklim değişikliğinin kaynağı, nedenleri, olumsuz etkileri ve mücadelesine bütünsel yaklaşım içinde bilimin, bilime dayalı mücadelenin ve yöntemlerinin, bu yöntemler içinde ulusal ve uluslararası girişimlerin ve de hukukun yeri tartışmasız. İnsanlık ve doğa adına çaba yüksek.

Tartışmalı olan, iklim değişikliğine yol açanların mücadele içindeki yeri. Kapitalizmin insanı ve doğayı bir arada ve çok yönlü katlettiği dünyada olumsuzluk sömürülenler ve doğa üzerine en ağır biçimiyle yükleniyor. Sorun şu ki bu felaketle mücadelede yine kapitalist egemenler hem senarist, hem yönetmen hem de başrolde. Ne felaketten etkilenen emekçiler/sömürülenler kendi çabaları dışında devrede olabiliyor ne de doğa/çevre/sağlık sorunları çözülebiliyor.

Konuya uluslararası alanda, Birleşmiş Milletler (BM) düzeyine el atılıyor ve yeni değil. Türkiye de bu mücadele içinde yeni yer almıyor. 2021 yılında gündeme getirilen ve abartılarla devreye sokulan Paris Anlaşması da yeni değil. Türkiye’nin beş buçuk yıllık gecikmesi var.

Kısaca anımsatırsak; “İklim Anayasası” olarak nitelendirilen BM İklim Değişikliği Sözleşmesi 1992 tarihli. Bu sözleşmenin içeriği, yürürlüğü, Türkiye’nin taraf olması, onayı gibi tarihsel sürece ve 2015 yılında 21'incisi yapılan taraflar konferanslarına, alınan kararlara, verilen taahhütlere girmeyeceğim. Ama “bu uzun süreye ve bu süre içindeki girişimlere, çabalara, hukuka karşın bugün dünyanın nasıl bir felaket içinde olduğunu düşünün” demeden de devam etmeyeceğim.

Türkiye’nin 22.4.2016 yılında imzaladığı halde beş buçuk yıl sonra (6.10.2021 günlü 7335 sayılı Kanunla onaylanmasını uygun bulduğu ve 7.10.2021 günlü 4618 sayılı Cumhurbaşkanı kararıyla) onaylanan 2015 Paris Anlaşmasında 1992 tarihli İklim Anayasasına gönderme yapılıyor zaten. Özetle Paris Anlaşması, BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesinin uygulama anlaşması.

Bu hikayenin “yasama süreci”ne bakarsak, dikkat çekilecek noktalardan biri, Paris Anlaşması'nın neden beş buçuk yıl sonra onaylandığı. Coğrafi konum olarak iklim değişikliğinin olumsuz sonuçlarından en fazla etkilenecek bölgelerden biri olan Akdeniz makro-iklim kuşağında yer alan Türkiye neden bu kadar bekledi? Yanıt şu: Türkiye, 12 Aralık 2015 tarihinde 195 ülke tarafından kabul edilen Paris Anlaşması'nı 22 Nisan 2016 tarihinde “Türkiye’nin iklim değişikliği ile mücadeledeki samimiyetini göstermek adına” imzalıyor. Ancak Paris Anlaşması'nın sera gazı etkisine sebep olan gelişmiş ülkeler kategorisinde yer verilen Türkiye, “öngörülen taahhütlerin sanayileşme çabalarına engel teşkil edebileceğini” hesaplayarak taraf olmuyor.

İkinci nokta, Paris Anlaşması'nın altındaki beyan. TBMM Anlaşmayı ekindeki “beyan”la birlikte onaylanmasını uygun buluyor. Türkiye “Anlaşmanın ve mekanizmalarının ekonomik ve sosyal kalkınma hakkına helal getirmemesi kaydıyla uygulanacağını” beyan ediyor.

Üçüncü nokta da Paris Anlaşması'nın onaylanmasının uygun bulunduğuna dair kanunun yasama sürecinde Çevre Komisyonu'nda milletvekilleri dışında yer alana taraflar. Kanun teklifi, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı, Tarım ve Orman Bakanlığı, Türkiye Barolar Birliği (TBB), Türk Sanayicileri ve İş İnsanları Derneği (TÜSİAD) ile İklim Değişikliği Politika ve Araştırma Derneği yetkililerinin katılımlarıyla görüşülüyor.

Bu üçlü birlikte okunduğunda, içinde her ne kadar “sanayileşme çabaları”, “ekonomik ve sosyal kalkınma hakkı” gibi sözcükler geçse de, sermayenin çıkarlarının işaret edildiği; doğanın ve sömürülenlerin haklarının sermayenin çıkarlarına feda edildiği tartışmasız ortaya çıkıyor. Komisyona özelleştirmeciler, düzen içi bakanlar katıldığı halde, toplumcu politikaları savunanlar yok, önemli taraflardan olan TMMOB yok, iklim değişikliğinin en mağdurları emekçilerin temsilcileri yok. Üst yapı içinde çözüm arayamaya kalkışanlar var, yapıyı analiz edecekler yok. İklim değişikliğine neden olanlar var, onları emekçiler adına sorgulayacak ve gerçekleri anlatacak olanlar yok.

Kanıtlardan biri de, aradan geçen beş buçuk yıl içinde, “AB’nin ve diğer uluslararası kuruluşların iklim değişikliği ile ilgili yeni finansman kaynakları yaratması, AB tarafından, Dünya Ticaret Örgütü kurallarına uygun biçimde iklim politikaları konusunda gerekli adımları atmayan ülkelerden ithal edilecek enerji ve karbon yoğun ürünlere sınırda karbon vergisi uygulanacağının belirtilmesi”. 2020 yılında Türkiye’nin ihracatının yüzde 42’sinin AB’ye yapıldığı dikkate alındığında, Türkiye’nin Paris Anlaşması'nı onaylamasının sermaye sınıfına yararı görülüyor.

Yalnızca TBMM Çevre Komisyonu değil, Dışişleri Komisyonu da aynı vurgulamayı yapıyor. Paris Anlaşması'ndaki yükümlülüklerin çok taraflı platformlarda giderek Türkiye’nin karşısına daha fazla çıkacağı; anlaşmaya taraf olunmasıyla, Türkiye’nin en büyük ticaret ortağı olan Avrupa Birliği’yle ekonomik ilişkilerin ilerletilmesine de katkı sağlanacağı; taraf olmayan ülkelerin önümüzdeki dönemde yeşil teknolojiye yönelik finansman araçlarından yararlanamama riskiyle karşı karşıya kalabileceği açık olarak dile getiriliyor.

İklim değişikliğiyle mücadele de tıpkı, savaş gibi, kadın ve çocuk gibi, çevre ve insan hakları gibi, göç insanları gibi uluslararası ve ulusal hukukun konusu oluyor ama yine bu alanlarda olduğu gibi ne yönetimsel ne de hukuksal mekanizmalarla çözülebiliyor. İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi'ne de, İstanbul Sözleşmesi'ne de böyle sarılmışlardı. Sonuç tüm vahametiyle ortada duruyor. Bakanlığın adına “İklim Değişikliği” sözcüklerinin eklenmesi kadar basit değil konu. Kamu yönetimi tarihi insan hakları, kadın, göç insanları, çevre, sosyallik gibi konularda ne isim değişikleri yaşadı; yaşadı da o sözcükleri kavram bile yapamadı, yaşatamadı.

Son yıllarda sel, orman yangını, deniz müsilajı ve kuraklık etkisi artmasa, uluslararası denetim mekanizmaları zorlamasa Paris Anlaşması da onaylanmayabilirdi. Onaylandı ama uygulanacak mı yoksa diğer sözleşmeler ve Anayasa gibi askıya mı alınacak göreceğiz. Ki, bu askıya alma işine zaten anlaşmadaki beyan da izin veriyor.

Çözüm önerileri ne sorunların kaynağından ne de nedeninden soyutlanabiliyor. Kapitalizm, çözüm değil sürdürülebilirlik adı altında kendisi için istikrar istiyor. Sera gazlarının emisyonunun sorumlularından, yani yağmacı ve tahribatçılardan beklenen çözüm bilimsel çalışmaları ve mücadeleyi kırıyor, piyasaya teslim ediyor. Sözleşme ve Paris Anlaşması okunduğunda görülecektir, iklim değişikliği mücadelesinde büyük sermayeye verilen görev (!) özellikle finansal alanda tam bir fırsatçılık. Türkiye’nin sermayesi ve iktidarıyla bugünkü heyecanının bu fırsatçılıktan kırıntı da olsa pay kapmak olduğunu söylemek yanlış mı?

Kaynağında kapitalizm olan iklim değişikliği emekçi halkı, başta doğa katliamı, güvencesiz çalışma, çalışamama, salgın, yoksullaştırma olmak üzere çok yönlü etkiliyor. Çocukların, gençliğin, toplumun geleceğini etkiliyor.

Kapitalizmin çözüm olarak ortaya attığı zamana yaydıkları sahtelik; suçlarının ve yükümlülüklerinin üzerine yıkılmasından hep kaçıyor, kaçarken de kandırmaya yelteniyor. Emekçilerin sınıfsal mücadelesinden kurtulup kaçamayacak.