Hem Meriç’te hem de Yunanistan ile Türkiye arasındaki deniz sınırında kendisine her insan diyenin günde beş vakit utanması gereken manzaralar yaşanıyor uzunca bir süredir.

İki sınırın hikayesi

Benim özlediğim dünyada sınırlar yok ama içinde yaşadığımız sürümde sınırlar acı bir gerçeklik. Türkiye’nin sınırları var. Karadan 8 ülkeye komşuyuz. Bu sınırların her biri bir şekilde hayatımızı etkiliyor, bizi düşündürüyor, kızdırıyor, nadiren de mutlu ediyor.

Bu haftaki konu bu sınırlardan iki tanesi. Birincisini müthiş bir öfkeyle  tartışıyoruz bugünlerde. En uzun kara sınırımız Suriye’yle. 971 kilometre olarak ölçülmüş. 2011 yılından beri gayrı-resmi, çoktaraflı ve kirli bir savaşın sahnesi. Suriye’deki savaşın başlangıcını, belirli aşamalarını ve moda deyimle “paydaşlarını” saymaya kalksak tefrika olur. Bu yazı zaten biraz uzun olacak o yüzden son üç haftada yaşananlarla sınırlamak durumundayım.

22 Temmuz’daki Tahran Zirvesi. Akepe Genel Başkanı’nın müstakbel veya muhayyel bir seçimde puan veya puanlar getireceği kaygısıyla izin koparmaya çalıştığı Suriye operasyonu. Muhayyel sözcüğü tesadüfen seçilmedi. Akepe rejiminin sürmesi salt seçimlere bağlı değil. Rejimle işbirliği içerisindeki kimi unsurların rızasının da güvence altında tutulması bir gereklilik. İstanbul Sözleşmesi’nden kaçmak, kadın cinayetlerine ve sağlık çalışanlarına karşı düşmanlığı körüklemek, Ayasofya’yı ibadete açmak, tahribatına göz yummak, yaşadığımız toprakların binlerce yıllık mirasının ürünü olan Kariye müzesini bir hokus pokusla gözden kaybetmek ancak bir yere kadar etkili olabiliyor. Eli silah tutanları ve onları her daim alkışlamaya teşne yarım akıllı kitleleri ikna etmek için savaş ve fetih de gerekli. Suriye operasyonu o yüzden önemli. Devam edelim.

5 Ağustos Soçi Zirvesi. Suriye’ye pirince gitme hesapları “sen Esat’la bir konuş istersen, evdeki bulgurdan olmak istemiyorsan” duvarına çarptığını gördüğümüz bir Putin prodüksiyonu. Suriye’nin istihbarat birimleriyle devam eden görüşmelerin itiraf edilmesini takip eden “Bir ara yapacağız şu harekâtı ama zamanlama ve kapsam kısmet işi” anlamına gelecek sızlanmalar. Derken Saray kabinesinin Antalya ve Hariciye’den sorumlu sekreterinin “biz zaten Suriye Dışişleri Bakanı’yla selamlaşmıştık geçenlerde” beyanatı. 

Bu gelişmeler üzerine karışan çarşı. Suriye’de işgal altında tutulan bölgelerden Azez’de yakılan Türk bayrakları. Milli Ordu filan diye yutturulmaya çalışılan sergerde güruhunun Suriye’den çok daha kalabalık olduğu Türkiye topraklarında yaptıkları gösteriler ve buna karşılık yükselen öfke. Bayrak yakmak çok ayıp ve çirkin. Türk bayrağını yakmak da öyle. En az bu kadar çirkin ve ayıp olan ise komşu bir ülkenin rejimini değiştirmek amacıyla yürütülen faaliyet. Paralı asker istihdamı, bunlar eliyle o ülkede etnik temizlik, işgal ve işgali kurumsallaştırma amaçlı inşaatlar, atamalar vs.  Tamam uluslararası hukukun tam yetkili bir mahkemesi ve kolluk gücü yok ama işlenen bu suçları yargılayacak bir tarih ve vicdan mahkemesi mevcut.  

Bayrağın yakılmasına haklı olarak öfkelenenlerin çoğunun aklına Suriye’de yenilen haltların da toptan yanlış olduğu gelmiyor nedense. Bayrak yakılmasına kızanların yapması gereken Türkiye’de sayılarının kaç milyon olduğunu bile bilemediğimiz Suriyelileri tek tek hedef alıp pataklamak, bıçaklamak değil. Bunların sadece küçük bir bölümü Akepe’nin komşu bir ülkeyi ele geçirmek için kurduğu mezhep temelli başıbozuk ordusunun mensubu. Geri kalanlar en az Türkiye’de yaşayanlar kadar belki de daha fazla kurbanı bu kirli savaşın. Sonuca değil sebebe odaklanmak.

2011’de ABD’nin Fransa’nın gazını kendi Yeni Osmanlıcı abukluğuyla harmanlayarak Suriye ve Türkiye halklarını ateşe atanların bir bölümü şimdi zevahiri kurtarma peşinde mi? Olabilir. Kitleler için bayrak kutsal, sınır namus olabilir ama iktidar sahipleri için hesap verme kaygısı taşımadan kullandıkları iktidarın kendisinden daha değerli olamaz hiçbiri. “Kardeşim Esad” bir anda “Katil Esed”e dönüştüğü gibi, devran döner “Görüşmeyeli ne var yok Esad?”a da evrilebilir elbette. 

Türkiye-Suriye sınırında siyasi kundakçılık faillerinin bir bölümü dedik ya, bir de belki de iktidardan uzaklaştıkları için suçlarını inkâr, suçlulukta ısrar etme yanlıları var. Bu sabah yazı yazmak için bilgisayar başına oturduğumda rastladım Ahmet Davutoğlu’nun hikmetlerine. Oku Batı’da daha uzağa göndermek için yayı Doğu’ya doğru daha fazla çekmek gerektiği teorisinin mucidi Hoca Ahmet Bey! Güney’e, Suriye’ye doğru çekilen yaydan fırlayan ok Kuzey’de Rusya duvarına denk gelince bumeranga dönüştü ama ne gam! Hoca her şeyi bilir, hiç yanılmaz. En azından bunu kendi akvaryumunda uzun süre yutturabilme becerisine sahip olduğunu kabul etmek zorundayız. Siyasal İslamcı takımının turşu kavanozunda büyük balık gibi görünen, evrensel bilginin deryasında plankton bile değildir. Mezhep temelli bilim olmaz çünkü. O olsa olsa “ilim” olur, onun da bir yayma cemiyeti var zaten ve ne yaydığını görüyoruz hep birlikte.

Hoca “Suriye rejimine meşruiyet kazandırmaktan” söz ediyor. Rejimlerin yasallığı ve meşruiyetleri çok tartışmalı bir konu. İkisi karışıyor kimi zaman. Diplomasi genel olarak BM’ye bakıyor. Orda temsil ediliyorsa yasal. Meşruiyet işi çok daha karışık. Bana sorarsanız rejimlere meşruiyet sağlayan halkın rızası olabilir ancak. O kriteri temel alırsak işin içinden çıkmak güç. Anayasa referandumunda 2,5 milyon mühürsüz zarfı denkleme ekleyip “kazanan” bir rejim meşru mudur acaba? Halkının çoğunun bırakın yurttaşlığı insan yerine bile konmadığı Bahreyn Krallığı meşru mudur? Petrol servetini birkaç yüz ailenin paylaştığı Suudi Arabistan ya da emperyalizm desteğini çektiği anda yıkıverecek Ürdün? Bırakalım kolay örnekleri de Avrupa’ya bakalım. Son genel seçimlerde halkın yarısından fazlasının sandık başına dahi gitmediği Fransa’daki Macron rejimi meşru mudur? Neye göre, kime göre?

Kimi dostları öfkelendirmek pahasına da olsa açıkça yazayım: Hiç de meftunu değilim ben Suriye’deki Baas rejiminin. Kötünün iyisi yaklaşımını benimsesem Komünist de olmazdım zaten. Geçelim onu. Sormamız gereken şu: Biz kim oluyoruz da oturduğumuz yerden “meşruiyet” ahkâmı kesiyoruz yarışma jürisi gibi? Davutoğlu kim oluyor? Suriye’de sekiz-on Sünni aşiretin namaz kılma pratiklerini bilmek mi kazandırıyor bu hakkı? Fransa’da kime atfedildiğini anımsamadığım bir söz var: “Siyasetçinin söyleyeceği anlamlı bir şey yoksa susması erdemdir” kabilinden. 

Toparlayalım. Suriye denkleminde ilginç bir noktaya geldik. Uluslararası ilişkilerde kesin doğrulara nadiren rastlanır ama bu durumda doğru eylem tarzı açık: İşgale son vermek ve Suriye’nin BM’de tanınmış hükümetiyle temas kurmak. Bunu Türkiye’de kim yapacak? O da ayrı hikâye. Suriye meselesi o kadar “heyecanlı” ki, ikinci sınıra geçemeden yazı bitecek neredeyse.

Oysa önemli o ikinci sınır. O da bir kara sınırı ilk bakışta ama aslında birkaç küçük istisnayla, Bulgarların Maritsa, Yunanlıların Evros, bizim Meriç dediğimiz ırmağın çizdiği sınır. Suriye sınırında yıllardır yaşanan rezilliğin örnekleri aralıklarla yaşanıyor orada. Ortada savaş filan da yok ama bir tür savaş düzeni hâkim. Tel örgüler, beton duvarlar, daimî tetikte duran parmaklar. Hızlı unutuyoruz o yüzden anımsatmak şart. 20 Şubat 2020’de Akepe rejiminin otobüsleriyle Yunanistan sınırına azap ordusu gibi sürülen ve iki azgın burjuvazinin hesaplaşmasında cephane olarak kullanılan on binlerce göçmen. Ölenler, yaralananlar, Meriç’in buz gibi sularında boğulanlar. Türkiye’yi yönetenlerin tıyneti belli. Peki ya karşı taraf? Demokrasi’nin mucidi, insan haklarının patent sahibi AB’nin kıdemli üyesi Yunanistan. Üniformaların renginde, bayraklarda, ulusal denilen simgelerde farklılar olsa da kıyıcılık ve insanlıktan yoksunluk seviyesinde her iki rejime de altın madalya yakışır.

Meriç ırmağındaki sınır boyunda irili ufaklı dramlar yaşanıyor, her gün, her hafta neredeyse. Edirne pazarında alışveriş yapan Bulgarlara odaklanan ilgi nedense esirgeniyor Meriç kıyılarından. Sermayenin doymak bilmeyen iştahı uğruna kevgir edilmiş İran sınırına, “terörle mücadele” gerekçesiyle sürekli ihlal edilen Irak sınırından, yukarıda uzun uzun anlattığım Suriye sınırından bir türlü sıra gelmiyor Meriç sınırına. Oysa hem Meriç’te hem de Yunanistan ile Türkiye arasındaki deniz sınırında kendisine her insan diyenin günde beş vakit utanması gereken manzaralar yaşanıyor uzunca bir süredir. Yunanistan aleyhine her gelişmenin alabildiğine istismarını milli spor haline getirmiş bir iktidar zihniyeti bile gerekli ilgiyi göstermiyor her nedense.

Özetleyelim. Avrupa Birliği’nin sınırları koruma konusunda üye ülkelere destek olmakla görevlendirdiği bir ajans var: FRONTEX. AB’nin bir de  yolsuzlukları araştırmaktan sorumlu bir birimi var: OLAF. Bu birim geçen ay bir rapor yayınladı. Raporda iki tane net tespit var. 1) Yunanistan makamları göçmenleri bilerek ve isteyerek, üstelik hayatlarını tehlikeye sokacak şekilde geri itiyor. 2) FRONTEX Yunanistan hükümetinin işlemekte olduğu bu insanlık suçunu örtbas etmekle kalmıyor, mobilize ettiği kaynaklarla destekliyor. Bu birinci rezillik.

Ege kıyılarından Meriç boyuna dönelim. Türkiye’den Yunanistan’a geçmeye çalışan çoluklu çocuklu bir grup göçmen, sınırı çizen ırmak üzerindeki küçük bir adacıkta mahsur birkaç haftadır. Yardım çığlıkları Yunanistan tarafından rahatlıkla duyuluyor. Etiyopya’da uçan kuşun göz rengini İHA'larla  tespit etmekle övünen Türkiye makamlarının bundan habersiz olması mümkün mü? Kesinlikle değil. Dönelim yine Yunanistan’a. 

İnsanlığını henüz yitirmemiş kimi Yunanlı STK temsilcileri ve gazeteciler haftalardır bu insanların kurtarılması için kampanya yürütüyorlar. Yunanistan burjuvazisi ise uzun süren bir suskunluğun ardından muhtemelen ordu ve dışişleri makamlarının katkısıyla geliştirdiği parlak bir fikirle sahneye çıkıyor: “O ada Türkiye sınırlarında, onlar kurtarsınlar!”. Vay canına sayın seyirciler!

Yaklaşık yetmiş yıldır, Ege’de keçi dışkısındaki DNA’dan kayalık aidiyeti tespit eden ve oralara bayrak dikeceğim diye yeri göğü inleten Atina sırf üzerinde sekiz-on göçmen var diye Meriç üzerindeki bir adacığı “ezeli düşmanı” Türkiye’ye bırakıveriyor.  

Hep birlikte yuhalamaya başlamadan yeniden Meriç’in doğu kıyısına geçelim. “Ecdadın kanıyla sulanmış” edebiyatıyla beynimizi mıncıklayan Türkiye’den ses duyan var mı? “Mora çalan koyu lacivert vatan”cılardan, “ezan susmaz,vatan bölünmez”cilerden? Oysa şimdi bir Zodyak teçhiz etsek, özel harekatçıları bindirsek, elde koca bir bayrak o adacığa diksek ve orayı ileri harekat üssü olarak ilan etsek fena mı olur? Fütuhatsa fütuhat. Hem de öyle yetmiş iki milletin paramparça ettiği Suriye’den filan değil, koskoca Avrupa Birliği’den toprak alan iktidarı kim sandıkta değiştirmek ister ki?