'Halkın kendi kaderini eline alma cesaretini göstermesi, önümüze getirilen 'iç savaş' tehditlerine karşı elimizdeki en güçlü silahtır.'

İç savaş?

29 Haziran’da bu köşede yayınlanan ve tarikatlarla cemaatlere odaklanan “Sosyolojik bir gerçeklik üzerine notlar” adlı yazıya şöyle bir giriş yapmıştım:

"Suud rejiminin resmi din anlayışı olan Vahhabiliğin İslam içerisindeki tarihsel düşmanlarından biri Şiilik ise diğeri de Sufilik ve dolayısıyla tarikatlar, başta da Nakşibendiliktir. Türkiye’de “dava”nın, yani siyasal İslam’ın ana yatağı ise tam olarak Nakşiliktir, Millî Görüş hareketi de ve dolayısıyla bugün Türkiye’yi yöneten kadroların çoğu da Nakşibendi tarikatının Halidi kolundan ve İskenderpaşa cemaatinin içerisinden çıkmıştır."

Yazının böyle başlamasının nedeni, Suud veliaht prensi bin Selman’ın Türkiye ziyareti ile İsmailağa Cemaati’nin şeyhi Mahmut Ustaosmanoğlu’nun cenaze törenlerinin çakışmasıydı. Yazıda kısaca Nakşiliğin Türkiye tarihi ve siyaseti içerisindeki yerine odaklanılıyor ve cenaze töreni üzerinden bir güncel değerlendirme yapılıyordu.

Ustaosmanoğlu’nun ölümünün ardından, meseleyi yakından takip edenleri pek de şaşırtmayacak bir şekilde cemaat içerisinde bir liderlik kavgası başladı. Kavganın taraflarından biri olan Cübbeli Ahmet ise tüm o hengâmenin arasında, ilk bakışta bu kavgayla ilgisi yokmuş gibi görünen bir açıklama yaptı ve “iç savaş” tabirini de kullanarak doğrudan Vahhabiliği/Selefiliği hedef aldı.

Cübbeli açıklamasında Diyanet’in bilgisi dâhilinde ve hatta organizasyonu ile Kuveytli Vahhabi Şeyh Osman El Hamis’in Sakarya’da bir camide vaaz vermesinden söz ediyor ve Vahhabi/Selefilerin Türkiye’de hızla örgütlendiğini, bunun da bir iç savaşa yol açabileceğini söylüyordu.

Evet, arka planda yüzlerce yıllık bir düşmanlık, güncel bir rekabet vardı ama bu işin sadece bir boyutunu oluşturuyordu ve daha önemsizdi. Cübbeli’nin açıklamasının esas boyutunu cemaat içi kavga teşkil ediyordu; Cübbeli toplumun önüne göçmenler/sığınmacılar meselesini de kapsayacak bir şekilde “iç savaş” tehdidini koyarken, esas olarak liderlik kavgası adına el yükseltiyor, gündem yaratmaya ve kamuoyunu arkasına almaya çalışıyordu.

Zaten bu açıklamanın hemen ardından, tarikat ve cemaatlerin nasıl birer çürüme yuvası olduğunu gösterecek bir şekilde, cemaat içerisindeki hasımları, şeyhliğini ilan etmesi halinde Cübbeli’nin kasetlerini yayınlayacaklarını duyuracaklar ve kavga daha da sertleşecekti.

Cübbeli’den önce bir “iç savaş” açıklaması da Türkiye siyasetinin yeni fenomeni, Zafer Partisi lideri Ümit Özdağ’dan gelmişti. O, meseleyi dinsel değil etnik bir perspektife yerleştiriyor ama yine tıpkı Cübbeli’nin yaptığı gibi esas olarak göçmenler/sığınmacılar meselesi üzerinden bir “iç savaş” uyarısında bulunuyordu.

Ancak onun da esas meselesi topluma sahici bir uyarıda bulunmak değil, tam tersine “iç savaş” korkusu üzerinden toplumu teyakkuz haline geçirmek, toplumsal kaygılara oynayan provokasyoncu bir stratejiyle kendine siyasette alan yaratmak ve güçlenmekti. Yani aslında Cübbeli de Özdağ da kendi siyasal perspektifleri doğrultusunda ve kendi kişisel kariyerleri adına “iç savaş” gibi son derece tehlikeli bir kavramı tedavüle sokuyor, manipüle ediyor ve buradan kendilerine bir yol açmak istiyorlardı.

“İç savaş” savaşların en korkunç ve en trajik olanıdır. Çünkü savaşın bu türü eninde sonunda bir “kardeş kavgası”na tekabül eder. Çünkü “iç savaş”ta aynı ülkenin yurttaşları, siviller birbirini öldürür. Çünkü “iç savaş”ta yüzyıllardır aynı coğrafyada yaşamış olan insanlar birbirini katleder. Çünkü “iç savaş”ta düşmanınız bir yabancı değil, düne kadar aynı mahallede oturduğunuz, aynı otobüse bindiğiniz, birbirinize yolda selam verdiğiniz kişidir. Üstelik iç savaşlar, gerçek kutuplaşmayı, yani sömürenler sömürülenler arasındaki kavgayı perdelemek, etkisizleştirmek, manipüle etmek için kullanılır. Bunun için sahte kutuplaşmalar yaratılır, din, etnik köken, mezhep üzerinden toplumlar, halklar birbirine düşürülür ve kırdırılır.

“İç savaş”ın alenen konuşulur hale gelmesi, o ülkede toplumun çürüdüğüne, çözüldüğüne ve kamusallığın çöktüğüne işaret eder. Toplum örgütlü değilse, kolektif bir akıl ve irade yoksa, dincilik, mezhepçilik, ırkçılık yükselmişse, sosyal devlet ortadan kalkmışsa, zenginlik ve yoksulluk iki uçta birikmişse, kamusal hizmetler paralı ve ulaşılamaz hale gelmişse, her şey metalaştırılmış ve alınıp satılır olmuşsa, insanı insanlıktan çıkaran bir durum yaşanıyorsa, orada “iç savaş” potansiyeli artar, halkı halka, yoksulu yoksula kırdırmak kolaylaşır.

Bugün, Türkiye 20 yıl öncesine göre bir “iç savaş”a ve her türlü operasyona, her türlü provokasyona çok daha açık bir hale getirilmiş durumdadır. Çünkü kamusal varlıkları satılmış, ekonomisi dövize, faize daha bağımlı hale gelmiş, toplumsal muhalefetin yok edildiği, emek hareketinin olmadığı, liyakatin silinip gittiği, bürokrasinin siyasi ve iktisadi bir rant alanı olarak feodal arpalıklar halinde bölüşüldüğü, mafyanın, tarikatların, cemaatlerin dört bir yanda cirit attığı, birden çok siyasal fay hattının kırılmaya hazır olduğu bir ülke vardır karşımızda.

Ancak buradan çıkış, Cübbeli’lerin, Özdağ’ların ve bunlara benzer operasyonel figürlerin ya da memleketin bu hale getirilmesi sürecine daha düne kadar ortak olanların, sözde “iç savaş” uyarısı yapanların peşinden gitmekle mümkün olamaz. Türkiye’yi içinde bulunduğu çürüme ve çözülme halinden sadece ve sadece halkın kendisi kurtarabilir; halk ancak kendisini bir özne, bir güç haline getirirse buradan bir çıkış söz konusu olabilir.

Çünkü halk, sürekli bir oluş halidir; bir potansiyelin, kolektif bir akıl ve iradenin inşası sürecinin ta kendisidir. Meydanlarda, alanlarda, 1 Mayıs’larda, Gezi’de, Tekel’de halk olunur, kuru kalabalıktan halk olmaya kolektif akıl ve iradeyle, içinde bulunduğu durumu değiştirme, kaderini eline alma iradesiyle geçilir. Halk olmak başka bir düzeni, başka bir dünyayı istemek, bunun için bir irade ortaya koymak ve mücadele etmek demektir.

Çürümeyi ve çözülmeyi durdurmak da sahte ikilikler üzerine kurulu olan ve yoksulu yoksula kırdırmayı hedefleyen “iç savaş”ların önüne geçmek de ancak böyle mümkün olabilir, bu gidişat ancak halk olarak durdurulabilir. Halkın kendi kaderini eline alma cesaretini göstermesi, önümüze getirilen “iç savaş” tehditlerine karşı elimizdeki en güçlü silahtır. Halk, ya kendi kaderini eline alacaktır ya da başkaları ona açlık, yoksulluk ve savaştan başka bir şey vaat etmeyen kaderler çizmeye devam edecektir.