Yine tıpkı Suriye’de olduğu gibi, Libya’da da Akepe sonrasının hazırlıkları var. Aksayan atın değişip menzilin aynı kalması olasılığı hiç de düşük görünmüyor.

Hariciye, Dahiliye, Libya…

Hariciye Dışişleri Bakanlığı’nın eski adı. Dahiliye de İçişlerinin. Biz dahiliyeyi en çok hastane koridorlarından biliyoruz zira toplumun çoğunluğu için iç hastalıklarla uğraşan geniş kapsamlı bir ana bilim dalının ismi. Hariciyeci denince çoğumuzun aklına Dışişleri görevlisi, diplomat, büyükelçi filan geliyor da, Dahiliyeci dendiğinde İl Özel İdare Genel Sekreteri, Vali, kaymakam vs. değil de doktordan söz edildiğini anlıyoruz. 

Siyasi İslamcılığın aydın ve bilim düşmanlığından en fazla zarar gören kesimlerden biri olan sağlık çalışanlarının önemli bileşenlerinden Dahiliye doktorlarını hiç değilse ben rahat bırakayım da bildiğimi düşündüğüm konuya, Hariciye’ye geçeyim.

Elbette yaşadığımız ülkede hariciyeye odaklanmak, salt o konuda kalem oynatmak ya da daha güncel bir deyişle klavye eskitmek kolay değil. Dahilde kıyamet koparken, dış politika yazmak hariçten gazel okumakla eşdeğer algılanabiliyor çoğu zaman. Öyle ki, eşim bile “Öff, yine dış politika mı yazdın?” gibi tepkiler verebiliyor Pazartesi günleri. İtiraf edeyim ki iç siyasetin, ya da bu anlamıyla dahiliyenin ayrı bir çekiciliği var. Türkiye’de yaşayan en kalabalık canlı türlerinden olan köşe yazarları için okunmak, bir sonraki yazıya kadar yazdıklarınızın alıntılanması, yorumlanması, eleştirilmesi, beğenilmesi hatta mümkünse bir polemiğe konu olması çok değerli çünkü. Hariciye girdabına girdiğinizde bu olasılık azalıyor net olarak. 

Sızlanmayı bırakıp dönelim şimdi kürkçü dükkanına. Kuzeyimizde Rusya-Ukrayna savaşı, tahıl koridoru, kış yaklaşırken tavanı delen doğalgaz fiyatları, güneyimizde “Bir gece ansızın gelebiliriz ama masaya da oturabiliriz, masada yer yoksa barda da bekleyebiliriz” anlayışıyla yürütülen Suriye krizi derken, Libya’dan çatışma haberleri geldi. Hariciyenin okuyucu bakımından en tatsız yanlarından biri isim, kurum ve konum ezberleme zorunluluğu. Dahiliyede böyle bir sorun yok. Hayatımızı karartmak için azimle çalışan isimleri de görevlerini de istesek bile unutmak mümkün değil. 

Libya’da önceki gün başlayan ve kimi söylentilere göre en az 23 kişinin öldüğü, 200’den fazla da yaralıya neden olduktan sonra şimdilik sönümlenmiş gibi görünen çatışmanın tarafları Başağa ve Dibeybe bu kez. Her ikisi de Başbakan. Dibeybe Trablus’taki Ulusal Birlik Hükümeti’nin, Başağa ise Tobruk’taki Temsilciler Meclisi’nin atadığı Başbakan. Libya krizini yakından izleyen uzmanlara bakılırsa Doğu’da konuşlu Hafter’le ittifak halindeki Başağa, Trablus’a girip Başbakanlığı Dibeybe’nin elinden alma niyetiyle başlatmış bu saldırıyı. Anlayabildiğim kadarıyla da bir sonuç alamamış ve çekilmiş. Süreçte Türkiye’nin insansız hava araçlarının yine Türkiye’den gelen zırhlı araçlara karşı kullanılmış olabileceğine dair haberler de duyduk ama asılsız çıktılar.

Dış politika yazarken meselenin evveliyatına değinmeyince eksik kaldığı duygusuna kapılıyorum. Mümkün olduğunca özet yapacağım. 2011 yılında Kaddafi’yi iktidardan NATO operasyonu düşürmüştü hatırlarsanız. Vikipedya’da çok hoş ifadeler var bu saldırıyla ilgili: “Libya’daki karışıklığı düzeltme amaçlı” deniyor. İngilizce versiyonu biraz daha özenli: “BM Güvenlik Konseyi’nin 1973 sayılı kararı doğrultusunda Birinci Libya İç Savaşı’nda yaşananlara karşılık olarak” yapılmış NATO saldırısı. Bak sen! Emperyalizmin en başarılı olduğu konunun ambalaj olduğunu anımsatıp birinci soruyu yöneltelim: Düzeldi mi bari karışıklık? İkinci soru da onu izlesin: Bitti mi iç savaş? Yanıtlarını biliyorsunuz zaten. Karışıklık bitmek bir yana kördüğüme dönüştü. İç savaş ise neredeyse altı ayda bir güncellendi Libya’da geçtiğimiz 11 yıl içinde. İttifaklar değiştiği gibi, bu ittifakları destekleyen ülke grupları da değişti zaman zaman. Suriye’de olduğu gibi Libya’da da iç savaşın gerçekte emperyalist bir saldırının tetiklediği bir vekalet savaşı olduğuna kuşku yok. Kimler yok ki Libya’da kurulu ölüm sahnesinde? Mısır, ABD, Fransa, İngiltere, Rusya, Birleşik Arap Emirlikleri ve tabii ki Türkiye.

O dönemde önce “NATO’nun Libya’da ne işi var?” deyip sonra kılıç kuşanan Akepeli Başbakan Erdoğan ve bilinmesi gerekenler dışında her şeyi bilen akıl hocası Davutoğlu’nun kaptan köşkünde oturdukları Türkiye gemisi 11 yıldır Libya’da.  Kaptan köşkünde oturanların adı sanı belli de geminin armatörü kimdi acaba? Elbette genişleme iştahını dizginleyemeyen Türkiye sermayesi. Buraya yeniden döneceğiz ama tarihçeden devam edelim biraz daha.

Akepe rejimi “hem sahada hem masada güçlü” dış politikası doğrultusunda uzunca bir süre Libya sahnesinde zaman zaman başrolü zorlayan karakter oyuncusu konumundaydı. Libya’da çatışan taraflar içerisinde Müslüman Kardeşlere yakın bir fraksiyonu destekledi, Adalet ve İnşa Partisi diye çok orijinal ismi olan bir partinin kuruluşuna omuz verdi. Para gönderdi, silah gönderdi. Bunlar da yetmedi, bir takım uzmanlar ve kibarca söylersek asker olmayan “unsurlar” da gönderdi. Eğri oturup doğru yazalım. Akepe’nin müdahalesi çatışmanın kimi noktalarında belirleyici etki de yaptı. Geriye baktığımızda, özellikle Batı Libya’ya yapılan uzman ve silah yardımının Mareşal Hafter’in Doğu Libya ağırlıklı koalisyonunun Trablus’taki  Batı ittifakına üstün gelmesini engellediğini söylemek yanlış olmaz. Gelin görün ki, Libya’daki çok aktörlü savaşın aldığı şekil, desteklenen tarafların birbirlerine karşı konum almaları ile  Rusya, ABD ve Avrupa’nın diplomatik alanda yürüttükleri faaliyetler sonucunda son dönemde yıktıklarını toparlama telaşındaki Akepe’nin Libya konusunda nefesinin ve bununla bağlantılı olarak da iştahının tükendiğini gördük. Oysa birkaç yıl öncesine kadar Libya fütuhatı bugün yarın bitecek, müteahhit alacakları misliyle tahsil edilecek, yeniden inşa üstlenilecek, Afrika açıklarında Mavi Vatan bayrağı dalgalanacak, ülkenin petrol kaynakları Akepe’nin yeri ve milli ekonomi modelini uçuracak hayalleri satılıyordu. Heyhat, Emevi Camii’nde Cuma namazı gibi, bu da kısmet olmadı!

Akepe’nin Libya macerası hüsranla mı bitti? Bu sorunun  yanıtını ararken soruyu doğru formüle edip etmediğimiz önem taşıyor. “Akepe’nin Libya macerası” doğru bir tanım mı? Onun dışında, bittiğinden emin miyiz? Akepe’nin bitip bitmediği tartışılır ama maceranın bittiği çok şüpheli. Mısır’la ilişkilerin bir türlü Erdoğan’ın arzu ettiği seviyeye gelememesinin temel nedenlerinden biri olan Libya serüveni, “siyasal İslamcı, İhvancı bir partinin, siyasal İslamcı ve Halifelik peşindeki liderinin emelleri”ne indirgenebilir mi? Yoksa yukarıda değindiğim üzere Türkiye sermayesinin B planı hazır mı? 

Sorunun çatısını yeniden kurmayı denersek belki doğru yanıta yaklaşabiliriz: Türkiye’nin Libya keşmekeşindeki varlığı Akepesiz bir senaryoda nasıl bir şekil alabilir? Benim bu soruya kendimce ve meseleyi benden çok daha iyi takip edenlere danışarak verebileceğim yanıt şu: Yine tıpkı Suriye’de olduğu gibi, Libya’da da Akepe sonrasının hazırlıkları var. Aksayan atın değişip menzilin aynı kalması olasılığı hiç de düşük görünmüyor. Millet İttifakı’nın iktidarı devraldığı bir senaryoda Libya politikasında kayda değer bir değişiklik olmayacağına dair güçlü işaretler var. İyi Parti’de yuvalanmış, güvenlik bürokrasisinin kimi (yedek) unsurlarının son derece etkili olduğunu son Libya tezkeresi oylamasında partinin değişen tavrından fark etmiş olmalıyız. İş İyi Parti’yle de bitmiyor. Millet İttifakı içinde iki küskün Akepeli kümelenmesi var. Bunların liderlerinin Libya meselesinde oynadıkları roller de belli. Kavanozdaki akil balık sayılan Davutoğlu’nun feraset seviyesini zaten biliyoruz ama unutmayalım ki Libya’daki iç savaşın taraflarının finansmanı konusunda diğer liderin, “liberal genç umut” görünümlü Babacan’ın da pek “sağlam” bir sicili var. Demek ki mesele Akepe’den ibaret olmayabilir.

Millet İttifakının iktidarı devraldığı senaryoda, Türkiye’de toplumsal barışın ilk koşulu olan Laiklik konusunda ne kadar umutlanabileceğimizi “Vaka-i Gülşeniyye”de CHP güzelce ortaya koydu. Uluslararası finans kapitalin parlak yıldızlarından Ali Babacan ve İyi Parti’nin “ekonomide sağ-sol kalmadı” teranesini yineleyen ekonomi kurmayları olası bir iktidar değişikliğinde sömürü cephesinde yeni bir şey olmayacağının somut kanıtı. Daha çok NATO diyen ittifak bileşenlerinin sürüklediği ve emperyalizmi çok da sorun etmeyelim eğilimindeki HDP’nin  eleştirel destek vaat ettiği yeni iktidar yapısının bağımsızlık ve anti-emperyalizm hedefine ne kadar yaklaşabileceği de çok açık. 

Evet, hazır mıyız “Allah’ın izniyle ilk seçimde” büyük dönüşüme?

soL TV’nin yeni yayın döneminde bir dış politika programına başlıyoruz. Cuma günleri 21.00’de yapacağımız programın ilk bölümü 2 Eylül tarihinde yayınlanacak. Beklenmedik bir gelişme olmaz ise konuğum Medya Günlüğü yazarı ve dış politika uzmanı Aydın Sezer olacak ve benim bu hafta üstünkörü değindiğim Libya konusunu bu kez bir bilenden dinleyeceğiz.