''Tuhaf değil mi? Ferdi Tayfur ölüyor, müziği şöyle miydi, karakteri böyle miydi derken, dönüp dolaşıp liberalizmin topluma enjekte ettiği zehirlere, sınıfsal bilinç örtüsüne varıyoruz kazıdıkça.''
Refleksti kesin de, şartlı mıydı, değil miydi, hep karıştırırım türünü, belki de adı başka bir saplantı rahatsızlığıydı. Ferdi Kadıoğlu yurtdışına transfer olana kadar, oynadığı maçları hiç “tam konsantrasyon”la izleyemedim. Ne zaman top ayağına gelse de, spiker “Ferdi” dese, haydii, tam o anda Fikret Kızılok - Bülent Ortaçgil parçası “Uyusun da Büyüsün”ün o kısmı dönmeye başlardı kafamın içinde. Hastalık işte.
orhan, ferdi / lahmacun acı geldi…
Neler yaptım kurtulmak için bu illetten, nafile. Oğlan iyi de topçu, soldan akacak, bizimkileri pozisyona sokacak, izlesene, yok.
liberal, alaturka / hicaz, taksim, darbuka / vicdan ve de cüzdan / karakol, zindan, anayasa
filan, o arada maç kaçar, tam “tkp, tu kaka” kısmında bakarım ki, yemişiz golü, maç sahada da kaçmış. Böyle hastalıklı saplantı mı olur! Alt tarafı spiker “Ferdi” dedi. Sonra n’olacak, hiç, danalar girer bizim fenerli bostana, gücümüz yetmez kovalamaya….
Ferdi Tayfur ölünce, aklıma bu tuhaf, hastalıklı ilişkimiz geldi. Her ne kadar, yaygın minibüs ve lahmacun klişeli sosyolojik tanımlamanın, “modern” arabesk olgusunun etkisini kavramakta çok yetersiz kaldığını bilsem de, Orhan, Müslüm, Ferdi “üçüzleştirmesinin” nüanslarla birlikte bu isimlerin Türkiye’nin panoramik dönemeçlerindeki farklı sembolizasyonlarını da ıskalamaya yol açtığını düşünsem de, bunlardan tamamen bağımsız, sol kanattan yapılan her atakta yaşadığım refleks gerçeği buydu. Orhan, Ferdi, lahmacun, acı…. ile hatırlama!
Ferdi Tayfur’un “Bir Zamanlar Ağaçtım” kitabını okuduğumda şaşırmıştım ve kendi anlatımının mı, editörünün mü başarısıydı anlayamasam bile, hakkında yazasım geldiğini söyleyerek de şaşırtmıştım. Olmadı tabii bir türlü, zaman zaman aklıma geldiyse de, sıralamaya giremedi. Artık bitti.
Her zamanki gibi, hem sevenler hem “ölen iyi insan olur”cu, hayırla yad edici bir kesimle, arabeskin izdüşümünden özel yaşamına, yorumculuğuna veriştirenler “çatıştı” önce, sonra, önemi oranında hızla duruldu… Musa Özuğurlu - Merdan Yanardağ kaynaklı polemik de öyle…
Beğeniyle ya da tepkiyle, ama Ferdi Tayfur’un bilinirliği, dinlenmişliği, herkeste bir iz bırakmışlığı da tescil edilmiş oldu. Şu an fark ettim ki, mırıldanamam, ama bir çırpıda on şarkısını filan sayarmışım ben de ha.
Devlet Bahçeli’nin canhıraş sadakatli sevgisi nereden gelir bilmem, hayatında hiç aşk acısıyla bir sabahçı kahvesinde oturmuş olma ihtimali yok bence, aşk şart değil, kliplerinde efkârlı kadeh de görmedim, niye canından parça kopmuşmuş anlamadım.
Orhan Gencebay, kula kulluğa düşüren batasıca dünyada, kendisine “yazıklar olsun” dedirten, “baba”lıktan rütbe tenziline düşürten pozisyon alışlarına karşın, “müzikalite”sinde pek ilişilmeyen ayrıcalıklı bir mertebeyi korudu. Arabeskin iktidarlarla olan raksını “silikleştiren” otoritesi kısmen kaldı.
Müslüm Gürses, fantastik yaşam öyküsüyle, Teoman ve Ortaçgil’le, caz ve pop flörtüyle, kendi yorumculuğunu da risklice yorumlamayı göze alıp, bir çizgi çeşitlendirmesini oldukça iyi becerdi ve zarının denk gelişiyle bir tür sınıf atladı –doğrusu, bana da yer yer kendini dinletti. Salaş birahanelerden entel barlara, tinerden kıvrık dolara, etki alanını genişletti….
Ferdi Tayfur’a ise hayran kitlesinin çapına oranla biraz sessiz kaldı denebilirdi. Hani spiker olmasa, ergenliğimden beri ister istemez bildiğim birkaç parçasıyla bile –her kentin her caddesinde, her taşıtında, her gün ve saatinde, defaatle maruz kalmaktan kaçamazdınız, yer ederdi– aklıma gelmezdi. “Cover”ları, belki…
Ferdi Tayfur ölünce, arabesk ve temsiliyeti tartışması yeniden bir canlanır mı dedim ama, sanmam ki 70’lerde başlayan ve yakın zamana kadar gelen harareti yakalasın. Çünkü, bir “müzik türü”nün bile toplumsal işlevi ve sınıf mücadelesine etkileri üzerinden saflaşmaların, kılı kırk yaran tartışmaların yerini, “beğenmeyen dinlemesin, herkesin zevki kendine” gibi “laissez”cilik alalı çok oldu.
Arabeskin müzikal kodlarını değerlendirmek, bambaşka bir şeydir. Kırdan kente göç, biçarelerin el böğürdeliği, düzenin “felek”leşmesi, sosyo-kültürel sarsıntı da arabesk salgınıyla bağ kurabilir, bir toplumsal olguyu anlaşılır ve normal kılabilir. Konumuz, bunun alternatif olarak pazarlanması.
Devrimci yükseliş döneminde solun, sosyalistlerin kültürel hiza vericiliğinin parçası olarak arabesk müzik / tavır dışlaması, 12 Eylül sonrası “sol” kisveli liberalizmin kimlikçilik ve birey teraneleriyle etkisini bir oranda yitirdi. Hatta bir dönemin “protest” müziğine, “zından” şiirlerine sızan tınıyla, “acı”, solu da kıyısından köşesinden etkiledi.
Arabesk ve türevleri bir “alttakiler, ezilenler” kimliğinin yansımaları olarak taltif edildi, tıpkı İslamcılık gibi “sivil toplum dinamiği”ne katıştırıldı. İletişim birikintisi, Metis seçkinliği, Ayrıntı budayıcılığı ve kimi mizah dergileri zemininde, edebiyatıyla şiiriyle bir yüceltme, en hafifinden “anlayışlılaşma” girişimleri görüldü.
Sokak jargonunda, arabeskin çilekeş feryatları, kambur feleğe, acı kadere, zalim babaya, vefasız sevgiliye “isyan”a tekabül ediyordu. İsyan. Bu sözcük, sefilâne ruh hallerinin boş fiyakası olmaktan çıkmış, bir yılgın kültüre lezzet katan sos gibi kullanılır olmuştu. Ayaklanma değil yıkılma, mücadele değil düşkünlük olmuştu isyanın karşılığı, sokaktan ev terliğine geçen liberal sözlükte. Lumpen, tortu, sıradan yoktu da, “düzenle uyumsuz”, “aykırı” vardı. Devrimci bir isyanın sebepleri, bizatihi isyanın kendisine, korunması gereken değerlere dönüşüvermişti. El hükm-ü liberalizm! Ya da hokus pokus!
Örneğin, tinerci çocuklar, dönem itibariyle, kapitalizmin en çok işlenen arazlarındandı. Ama, bir itiraz noktası olarak değil, bir devrimci dönüşüm gerekliliğinin göstergesi olarak değil. Aferinlerle, ne güzel uçmuşlarla, kutsamalarla, rant alanlarına dönüştürülerek. Alt kültürün, sokakların dili edasıyla ortalıkta dolananların boktan edebiyatlarına malzeme olarak. Vücutlarını jiletle doğrayan Müslüm Baba’cıların, varoşların, ezilmişlerin isyanına, kitleleri gözeten entelektüelin alkışladığı âsilere dönüşümü de aynı sürecin “getiri”siydi! Yakarsa dünyayı…. hani… Gariban in olmuştu, proleter out! Bir Ferdi Tayfur şarkısındaki gibi, toplum “rüyalar âlemi”ne sürükleniyordu, kavram karmaşasında. Boş kelâm in, hayat out!
Tuhaf değil mi? Ferdi Tayfur ölüyor, müziği şöyle miydi, karakteri böyle miydi derken, dönüp dolaşıp liberalizmin topluma enjekte ettiği zehirlere, sınıfsal bilinç örtüsüne varıyoruz kazıyıp.
Alın işte, TV100 garabetinin sitesinde Fuat Uğur diye biri yazmış. 12 Eylül’ün hegemonya aparatlarına nazire. Saymış saymış arabeskçileri, “fantezi”cileri, sonra, “hepsi hayatlarımıza dokundu, bizleri çoğunlukla ağlattılar” demiş. “Onların hayatları da en ağırından bir Yeşilçam filmi kadar dramatik ve arabesk çünkü. Boşuna değil hiçbir şey. Zaten seviyoruz ağlamayı, bu yüzden iyi geldiler hepimize. Yüzbinler değil, milyonlar dinledi onları, bağrına bastı haykırarak.”
Acıları öylesine sahiciymiş ki kendilerini bile jiletlemişler! Ya sabır…
Sonrası standart, “arabesk dinleyen halkı aşağılayarak solculuk yapıyor”muşuz! Doğru, Erdoğan’ın kılı halka karşı solculuk, tarikat şeyhlerine karşı solculuk, ABD’ye, İsrail’e karşı solculuk, müteahhitlere, istihdam yaratan sermayeye karşı solculuk! Olabilir mi ya böyle bir şey! Bunlarla ortaklaşan bir solculuk bulsak da, hazretin hatırı olsa! Halkımız ağlamayı seviyormuş, yaşasın ağlatanlar. “Halka rağmen” yüzleri güldürmeye soyunan solculuk batsın!
Fuat Uğur’un tabii ki yanıt verilecek bir özgül ağırlığı yok. Öncüllerini anımsattığı için sızdı bu yazıya, “isyan”ı “haykırış” yapıp. “Şehirli ve küçük burjuva sosyalistler, liberaller kendi kültüründen, toprağından utanmayanlar arabeske kalplerini açtı” türü cahilce zırvalarını, “arabeski sevdirenler” arasında saydığı “derin” isimlerden biri, Berci Kristin, Ağır Roman filan ithafında imzalasa şaşırır mısınız? (TKP ve Ergönültaş iddiası ayrı muhataplık.) Eh, bazı şeyler süreklilik gösterir böyle. Neyse ki, başka bazı şeyler de!
“Berbat” ve “ağlak” demiş Özuğurlu, Ferdi Tayfur için. “Kastedilen kişiliği değil müziği” diye açıklamış sonra, belki de tersiydi, bilmem. Ama, AKP hadsizliğinin dillere taktığı “haddini bil!”le uyarılması, “bu toprakların değeri”yle tehdit edilmesi, sahnelere çanakla gül yaprağı döken Uğur gibilerine kaldıysa, “vahşi”lere incik boncuk dağıtan misyoner edalı “derin”ler kuytuda pısmış demektir!
“Sınıf kabalığı”nı aşıp “insan”a varmış, “sömürülen emek“le sohbeti kesip “insanî duyarlılıklar” keşfine çıkmış cukkalı popülizmin “entelektüel” kaktırması olmadan da, arabesk, toplumsal dokuya müzikten öte sirayetiyle, öyle “ağlaklık”, “kendine acıma”, klasöründe kapatılacak hafiflikte görülemez elbet. Dediğim gibi, epeyce de işlenmiştir vaktiyle. Lâkin…
Lâkin, şu ortamda yine gündem olacak kadar ağır da değildir yahu, ne yapalım yani. Can Yücel kadar açık sözlü olamasak da, “ağlak”sa âsi, “berbat”sa zevk dememek haktır. Küsen küssün.
Bizim isyan dediğimiz, başkaldırı dediğimiz şey, düzeni değiştirmeye yönelik eylem, devrimci kalkışma anlamına gelir. Bu düzenin balçığına yayılmışların, “salya sümük isyankârlar” edebiyatını hortlatma çabası tutmaz bu saatten sonra.
Ferdi Tayfur’u sevenler, dinleyenler üzülmüştür. Kuşkusuz, kiminin çocukluğunu paylaşmıştır, kiminin derdini, kiminin sırrını, kiminin denk gelen bir ânını, kiminin kültürel dağarını. Müzik bu, söz bu sonuçta. Bir yaşanmışlık tanığı olmuştur bir şarkısı. Ölüm üzücüdür. Ama bizim paylaşacağımız, taziyelik bir kayıp olmadığını söylememiz, üzdüklerine saygısızlıktan değil, hayatın her zerresinde bir taraf olma tavrımızdandır. Emmioğlu’nun intro’suna karşın…